İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla birlikte otokratik Erdoğan rejimi üzerindeki iğreti demokrasi maskesi tamamıyla bir tarafa atılmış oldu.
Gerek diplomasının iptaline gerekse de gözaltına alınmasına dayanak olarak gösterilen iddiaları ciddiye alıp tartışmak aklımızın hafife alınmasına müsaade etmek demek olduğundan işin o boyutuna hiç girmeyeceğim.
İmamoğlu görevine üç kez 4,5 milyon insanın oyunu alarak seçildi. Bu rakam Avrupa’daki pek çok ülkenin nüfusundan fazladır. Erdoğan buna rağmen milli iradeyi açıkça çiğnemekten kaçınmadı.
Erdoğan’ın seçimlerde karşısına onu yenebilme ihtimali olan herhangi bir adayın çıkmasına her türlü hukuksuzluk ve zorbalığı işlemekten çekinmeyerek izin vermeyeceğini herkes görmüş oldu. Aslında bu gerçek en az on yıldır geçerliydi, ama muhalefetin “rejime muhalefet” değil, “rejimin muhalefeti” rolünü hevesle oynaması ve Erdoğan’ın çizdiği sınırlar içerisinde kalarak onun belirlediği senaryodan çıkmaması sayesinde böylesine ortalığa dökülmemişti.
15 Temmuz 2016’dan sonra Erdoğan’ın otoriterliğinin dozunu giderek artırarak devlet üzerinde tümüyle hakim olmasında CHP’nin verdiği kritik destekler önemliydi. O zaman bu destekler “Eğer Erdoğan sendelerse veya zayıflarsa cemaat geri döner”, “Bu adam ancak Atatürk gibi bir adamın yapacağı bir işi yaptı, bir süre destek verilmesi gerekir”, “Şimdi Erdoğan’la örtülü de olsa uzlaşmayla gitmezsek bize de kroşe atmaya başlar, nasıl olsa giderek zayıflayacaktır, uygun bir konjonktür ortaya çıkana kadar onunla sert bir kapışmaya girmekten kaçınmak en doğru yoldur” gibi argümanlarla meşrulaştırıldı.
Erdoğan başkanlık sistemini getiren 2017’deki referandumu aslında kaybetmiş olmasına rağmen 2,5 milyon mühürsüz oyun sayılmasına göz yumdular. Sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Erdoğan’ın karşısına kazanma ihtimali olmayan, ama muhalif tabanda sanki öyle bir ihtimal varmış havası estiren, böylece bir yandan muhalif tabanın heyecanla demokrasi tiyatrosuna katılmasını sağlarken, diğer yandan da muhafazakar tabanın Erdoğan etrafında kenetlenmesini sağlayan adaylar belirlendi.
Ona bu destekleri verenlerin öngörülerinin aksine, Erdoğan devlet üzerindeki gücünü devamlı artırırken kendisinin bir gün “suhuletle” koltuğundan kalkması ihtimallerini de özenle ortadan kaldırdı. AKP içindeki olası tüm “veliahtlarını” farklı yollarla tasfiye etti, muhalefeti de kendisine gerçek bir tehdit oluşturmayacağını sağlamak üzere devamlı farklı yollarla dizayn etti.
Fakat bu oyunu ilelebet sürdürebilmeleri mümkün değildi. İnsanları ilelebet kandıramazsınız. O dönüm noktası 14 Mayıs 2023 seçimleriydi. O seçimden tam bir yıl önce şöyle yazmıştım: “Erdoğan’ın ne yapacağı artık iyice açığa çıkmıştır: Türkiye önümüzdeki yıl otoriterlikten totaliterliğe geçişinin tamamlandığı bir süreç yaşayacaktır. Buna karşı muhalefetin nasıl bir tepki geliştireceği ise henüz belli değildir. Muhalefetin Erdoğan’ın kroşeleriyle ağır darbeler almaktan korkmayarak AKP sonrası dönemde hayatiyetini koruma çabasına girmekten kaçınması halinde 2023 seçimlerinde yaşayacağı mağlubiyeti tabanına anlatabilmesi zor olacaktır. Muhalefet kendisini aldatmadan, önünde iki tercih bulunduğunun farkında olmalıdır: Rahat bir ölüm veya büyük bedeller ödeme pahasına kazanılacak bir zafer. 2023 seçimlerinde de yenilmeleri halinde muhalefet partileri, AKP sonrası dönemde hayatiyetini sürdüremeyeceklerdir.”
Artık rejim yeni bir aşamaya geçti. Herkes gördü ki bu rejim o göreve ömür boyu seçilmiş gibi hareket eden bir otokrat tarafından idare ediliyor. Erdoğan, “İmamoğlu belasından” bu şekilde kurtulduktan sonra, havuç ve sopa siyasetiyle muhalefetin elitlerini satın alıp veya sindirip oyunu yine eskisi gibi kurgulayabileceğini zannediyor. Oysa artık geniş muhalif kesimin bu “demokrasi tiyatrosuna” kandırılabilmesi mümkün olmayacaktır. Aslında Erdoğan’ı devirecek bir muhalefet olmadığı gerçeği bu denli ortaya çıktığında, AKP lideri milliyetçi muhafazakar tabanı “Bakın beni seçmezseniz, o öcüler, sekülerler, Kürtler, CEHAPE zihniyeti iktidarı gelir” diye korkutup etrafında konsolide edebilme, toplumu kutuplaştırabilme enstrümanından yoksun kalacaktır. Tüm bunlar rejimi sarsacak, dip dalgaların tezahürü beklenmedik ekonomik ve siyasi krizlere kapı aralayacaktır. İmamoğlu’nun gözaltına alınması sonrası piyasalarda yaşanan çalkantı, Merkez Bankası’nın Türk Lirası’nın düşüşünü durdurmak için bir günde 8-9 milyar dolar rezervini eritmek zorunda kalması ekonomide yaşanacakların ilk perdesi gibidir.
Erdoğan, ABD’de Trump’ın iktidarda olması ve Avrupa’nın Trump’ın ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan beri sunduğu güvenlik şemsiyesini kaldırdığı bir ortamda Ukrayna savaşı nedeniyle Rusya tehdidiyle nasıl baş edebileceği sorunuyla meşgul bulunması nedeniyle Batı’dan daha da otoriterleşmesine yönelik adımlarına tepki gelmeyeceğini hesaplıyor. Bu, belli ölçüde doğru ama Trump’la başlayan yeni dönemde “demokrasinin ve hür dünyanın gerçek beşiği, lideri” rolünü ister istemez ABD’den devralmaya hazırlanan Avrupa için bu denli Orta Asya/Orta Doğu otokrasisi haline dönüşmüş bir Türkiye ile ilişkilerini yakınlaştırmak kolay olmayacaktır. Putin Rusyasına karşı mücadelesini “otoriterliğe karşı hukuk ve demokrasinin savunulması” olarak takdim eden Avrupa, hukukun üstünlüğünün ve demokrasinin artık esamesinin bile okunmadığı Erdoğan Türkiyesine kıtanın yeni güvenlik mimarisinde kritik bir unsur verme çelişkisine açıkça düşmek istemeyecek, bu ise iki taraf arasındaki ilişkilerde devamlı tansiyonu yükseltecektir.
Nitekim Avrupa Birliği’nin yönetim organı olan Avrupa Komisyonu bugün 150 milyar euroluk devasa yeni savunma bütçesinin nasıl harcanacağına dair planını açıkladı. Buna göre bu fondan ABD, İngiltere ve Türkiye’den savunma şirketleri ancak AB’yle savunma anlaşması yapmaları halinde yararlanabilecekler. Böyle bir anlaşma için Brüksel’in kapısına gidip ikna etmeye çalışacak olan taraf Ankara olacaktır, çünkü Brüksel Türk firmalarının her halükarda yer almasını istiyor ve bunu vazgeçilmez buluyor olsaydı Türkiye’yi bu listeye zaten koymazdı. İngiltere’yle böyle bir anlaşma imzalanması için müzakerelerin şimdiden başladığı, bu müzakerelerde AB ile İngiltere arasında balıkçılık ve göçmen meseleleri gibi sıkıntılı konuların da gündeme geldiği bildiriliyor. Bu da bize Erdoğan hükümetinin de Brüksel’in kapısını çalması halinde müzakerelerde sadece askeri, savunma konularının ele alınmayacağını söylüyor.
Yine 14 Mayıs seçimi öncesi şöyle yazmıştım: “Despotluklarıyla meşhur Roma imparatorları kendilerine rakip gördükleri senatörleri kolezyumlarda katlettirip muhaliflerin gözlerini korkutmaya çalışırlardı. Fakat böyle bir eylem, zalim bir hükümdar görüntüsü verdiği için genellikle popülerliklerinin düşmesine de yol açardı. Bugün Erdoğan’ın da rakiplerini mahkemeleri kullanarak siyaset dışına itme, oyun dışı bırakma gücü vardır, fakat bunu yapması halinde ortaya çıkacak görüntü onu endişelendirmektedir. Onun hedefi “arkalarından bıçaklanmış” halde karşısına çıkmalarına izin verdiği rakiplerini sanki adil bir müsabakada yere çalmış görüntüsü vermektir.”
Erdoğan, İmamoğlu üzerinde gezdirdiği Demoklesin Kılıcı’nı aslında kullanmak “zorunda kalmayı” hiç arzulamamaktaydı. Çünkü bunu yaptığı anda “demokrasi tiyatrosunu” sürdürebilmesinin imkansızlaşacağını görebiliyordu. On yıldır muhalefetin örtülü desteği sayesinde oldukça başarıyla uyguladığı bir oyunun artık sonuna geldi. Popülerliğini giderek kaybediyor, ekonomiyi düzeltemiyor. Bu süreci geri döndüremediğine şahit oldukça daha da sertleşip dengesizleşecektir.
Meşhur Katalan ressam Salvador Dalí 1944’te yazdığı romanında Hitler için “Çoğu insanın düşündüğünün aksine savaşı kazanmak için değil, kaybetmek için istiyor. … Tıpkı Wagner’in operalarında olduğu gibi, onun için, yani kahraman için her şeyin mümkün olduğunca trajik bir şekilde bitmesi gerekir.” der. Romanın sonunda yerle bir olmuş bir kalede oturan Hitler’e şunları söyletir: “Alman halkının kanındaki bir kanser gibiyim. Ve bir kanser gibi, tüm Alman halkının canında amansızca kendimi yeniden üreterek sona ereceğim.”
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat