Seçimin ilgi çekici yönü, Trump Yönetiminin Elon Musk’la AFD’ye verdiği desteğin sonuçları pek etkilememesi. ABD’de müesses nizam dizginleri şimdilik Trump’a kaptırmış olabilir ama Avrupa’da durum farklı. Avrupa’da yönetici elitler popülist dalgaya safları sıklaştırarak karşılık vermeleri gerekliliğini görüyor.
Dünkü seçim hiç kuşkusuz ki Almanya için II. Dünya Savaşı sonrası dönemde tarihinin en kritik olanıydı. Bunun başlıca nedeni, ABD’de Trump’ın ikinci dönemine şu mesajı çok açık bir şekilde sözle ve fiille vererek başlamasıydı: “Avrupa’yla özel ilişkileri sürdürmek gibi bir kaygım yok… Taleplerim yerine gelmezse muhtemelen gümrük vergileri de koyacağım. NATO aracılığıyla Avrupa’ya sunduğumuz güvenlik şemsiyesinin masraflarını artık karşılamayacağım. Rusya’yla sadece ABD’nin çıkarlarını gözeterek oturup bir anlaşma yapabilirim. Bu konularda Avrupa’ya danışma, onların kaygılarını dikkate alma zorunluluğunu hissetmiyorum.”
Diğer nedeni ise anketlerin on küsur yıldır yükseliş halinde olan göçmen ve AB karşıtı, aşırı sağ partisi AFD’nin bu seçimde büyük bir sıçrama yapma ihtimalinin hiç de düşük olmadığını göstermesiydi. Merkez partileri adeta çökerken aşırı sağ, oylarını katlayarak artırıyordu. AFD dış politikada Rusya’yla hemen barışmayı savunan, Euro’dan çıkılmasını isteyecek kadar AB karşıtı bir parti. ABD’den sonra Batı’nın en büyük ikinci ekonomisinin başına da aşırı milliyetçi popülistlerin (koalisyon ortağı olarak bile olsa) gelmesi sadece Almanya’yı değil tüm Avrupa’yı da büyük bir çalkantı içerisine sokacaktı. Keza AFD’nin iktidara gelmesinin artık en az her beş kişiden birinin yabancı kökenleri olan Almanya’da sosyal barışı bozacak gerilimlere kapı aralaması da muhtemeldi.
Hristiyan Demokratların (CDU) lideri Fredrich Merz seçim sonuçlarını takip ederken….
AFD’nin oy oranını yüzde 20’lere çıkarması, merkez sağın güçlü partisi Hristiyan Demokratları (CDU) esaslı bir politika üretebilmekten aciz hale sokarak oldukça zor duruma düşürüyordu. Şöyle ki CDU, AFD’ye kayan oylarını tutabilmek için daha sağa doğru kaydığında bu kez merkez seçmenlerini tedirgin ediyordu. Diğer yandan Almanya’da tek başına iktidar olabilmek için yüzde 45’i geçen oy oranlarının yakalanması gerekiyor, bu oranı hiçbir parti “rüyasında bile” görmediği için ülkenin koalisyonlarla yönetilmesi neredeyse bir kural gibi. Bu nedenle CDU’nun fazla aşırı sağa kayması halinde merkezdeki Sosyal Demokratlar (SPD) ve Yeşillerle koalisyon kurabilmesi güçleşecekti.
CDU lideri Merz bu açmazı pergelinin bir ucunu sıkı sıkıya merkez sağa saplamakla birlikte zaman zaman diğer ucuyla aşırı sağa “ziyaretlerde” bulunduğu bir taktikle çözmeye çalışıyordu. Fakat bu politikasının neticede çok başarılı olduğu söylenemez. Evet, seçimi birinci sırada bitirdi ama Alman tarihinin en düşük oy oranıyla (yüzde 28) seçilmiş CDU lideri olarak şansölyelik görevini yürütecek. AFD önceki seçimlere göre oy oranını iki kat (yüzde 20) artırdı.
Eğer hikâye bundan ibaret olsaydı, Almanya’nın kritik tarihi dönemeci kazasız belasız dönemediğinden rahatlıkla bahsedebilirdik. Oysa üç sürpriz manzarayı büyük ölçüde değiştirdi: Son Alman hükümetinin koalisyon ortağı merkez sağ partisi FDP ile aşırı sol Die Linke’den koparak ilk kez seçime giren BSW yüzde 5 barajını “kıl payı” geçemediler. 2 milyon 468 bin oy alan BSW 11 bin oy daha alsaydı barajı geçecekti ve bu da işleri CDU lideri Merz için saç baş yolduracak denli karıştıracaktı.
Çünkü bu durumda CDU, AFD dışında hiçbir parti ile ikili bir koalisyon kuracak milletvekili sayısına sahip olmayacaktı. Merz, AFD ile koalisyon kurmayacaklarını ilan ettiğinden, diğer merkez sağ partisi de barajı aşamamış olduğundan, iki sol parti (Sosyal Demokratlar ve Yeşiller) ile üçlü bir koalisyona girmek zorunda kalacaktı. Tabanını daha fazla AFD’yi kaptırmama kavgası veren bir partinin sol partilere büyük tavizlerde bulunmadan böyle bir koalisyon kurabilmesi mümkün değildi. Bu durumda Merz zor bir denklemle karşı karşıya kalacaktı: Eğer iki sol partiye tavizler verip hükümeti kurarsa bu AFD’nin yelkenlerini iyice şişirecekti. Alman yakın tarihi iki partili olanlara nazaran üç partili koalisyonların istikrarsız olduğunu gösteren örneklerle dolu. Bunun sonuncu örneği de malumunuz Sosyal Demokrat Olaf Scholz’un şansölyeliğindeki Yeşiller ve FDP’nin dahil olduğu son Alman hükümetiydi.
Üçüncü sürpriz ise Die Linke’nin özellikle gençlerden aldığı oylar sayesinde yüzde 8,7 ile anketlerdeki oranını geçen iyi bir performans sergilemesi oldu. Bu, aşırı sağın yükselişine tepkili, azımsanmayacak genç bir kesimin olduğunu göstermesi bakımından merkez siyaseti destekleyen, psikolojik olarak önemli bir etki yaptı. Bunların çoğu ilk kez sandığa giden seçmenler olduğundan AFD’nin oransal olarak birkaç puan bile olsa düşük çıkmasını da sağladılar.
İki partinin baraj altında kalmasıyla artık CDU ve SPD arasında, Almanların deyimiyle “Büyük Koalisyon” kurulması da mümkün hale geldi. Bu iki parti Merkel döneminde zaten yıllarca ülkeyi birlikte yönetmişti, ikisini de memnun edecek bir orta yolu bulmaları zor olmayacaktır.
Seçimin ilgi çekici bir başka yönü, Trump Yönetiminin Elon Musk’la AFD’ye verdiği desteğin sonuçları pek etkilememesi oldu. AFD zaten bir yıldır anketlerde yüzde 18-22 bandında seyrediyordu, yani Trump’ın yardımcısı Vance’in ve Musk’ın açıktan desteklerine rağmen Die Linke gibi anketlerdeki oy oranlarının en üst sınırını bulamadılar.
Merz seçmenden güçlü bir salahiyet alarak şansölye koltuğuna oturmuyor. Anketlere göre halkın sadece üçte biri onun iyi bir şansölye olacağını düşünüyor. Hükümeti hızla kurup Trump sonrası Avrupa’da hissedilen liderlik boşluğunu doldurabileceğini gösteren adımlar atarsa belki bunu değiştirebilir. Merz’in artık seçildiği belli olduktan sonra televizyonda verdiği ilk mesaj da pek çok açıdan çok çarpıcıydı. Şöyle dedi: “Amerikalıların, en azından bu yönetimin, [Trump’ı kastediyor] Avrupa'nın kaderi konusunda büyük ölçüde kayıtsız olduğu açıkça ortaya çıktı. Haziran’daki NATO zirvesine nasıl yaklaşacağımızı, NATO'nun mevcut haliyle devam edip etmeyeceğini ya da bağımsız bir Avrupa savunma kabiliyetini çok daha hızlı bir şekilde kurmamız gerekip gerekmediğini çok merak ediyorum.”
Seçimler Türkiye’yle ilişkileri nasıl etkiler? sorusuna gelince… İlişkilerde temel bir değişim beklememek gerekir. Avrupa’nın kendi savunma kabiliyetlerini geliştirme çabaları normalde Türkiye’nin önemini oldukça artırabilirdi ama Erdoğan bu avantajı kullanabilecek özelliklere sahip bir lider kesinlikle değil. ABD’de müesses nizam dizginleri şimdilik Trump’a kaptırmış olabilir ama Avrupa’da durum farklı. Avrupa’da yönetici elitler ABD ve Rusya’yla müttefik halde hareket eden popülist bir dalga ile yüzleştiklerini görerek buna karşı safları sıklaştırarak karşılık vermeleri gerekliliğini duyuyorlar.
Bu fotoğrafta Erdoğan’ı aralarında görmek istemiyorlar; çünkü Erdoğan popülistliğiyle esasında “düşman cenahın doğal bir unsuru” olarak görülüyor, öyle icap ederse, biraz tehdit (sopa), biraz havuç (para) karşılığında anında Trump ve Putin’le hareket etme ihtimalinin yüksek olduğunu gayet iyi biliyorlar. Oysa Ukrayna müzakereleri için arabulucu olarak Suudi Arabistan’ı tercih etmelerinde de görüldüğü gibi aslında Washington ve Moskova’nın da Erdoğan’ı çok yakın hissetmedikleri anlaşılıyor.
Erdoğan iki tarafa da eşit mesafede durarak, tarafsız bir konum takınarak, hatta iki tarafı birbirine oynayarak avantajlı bir konuma kavuşacağını umuyordu ama iki tarafın da (Batı ve Rusya’nın) onu güvenilir bir ortak veya müttefik olarak görmediği bir noktaya geldi.