Erdoğan halihazırda hala birinci senaryonun hayalini kuruyor, ikinci senaryoyu uygulamak zorunda kalırsa tabanının ne tür tepkiler göstereceğine dair anketleri inceliyor, muhtemelen üçüncü senaryoya mecbur kalmak istemiyor, çünkü Trump’la...
Erdoğan 8 Aralık 2024’te Esad rejimi Hey'etu Tahrîri'ş-Şâm (HTŞ) tarafından devrildiğinden bu yana, ana omurgasını YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) karşı bir askeri operasyon başlatılacağına dair pek çok kez tehditler savurdu. Fakat bugüne kadar böyle bir askerî harekât gerçekleşmedi. Bunun yerine Türkiye’nin iç savaşta desteklediği bir muhalif örgütlenme olan Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) SDF’ye karşı sahadaki durumu fazla değiştirmeyen bazı harekatlara giriştiğine şahit olduk.
Erdoğan’ın böyle bir askerî harekât başlatamamasında ABD’nin ekonomik yaptırım tehdidi etkili oldu. Cumhuriyetçi Parti’den Senatör Lindsey Graham ile Demokrat Parti’den Senatör Chris Van Hollen 20 Aralık’ta birlikte sundukları yasa tasarısıyla, SDG’ye yönelik bir askerî harekât başlatması halinde Türkiye’ye bazı ekonomik yaptırımlarda bulunmasını talep ettiler. Bu yaptırımlar arasında Erdoğan’ın mal varlığının açıklanması da bulunuyor. 2019’da olduğu gibi şimdi de bu tehdit AKP liderini “hizaya getirmek” için işe yaramış gözüküyor.
Nitekim Senator Hollen, yeni Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun 15 Ocak’ta Senato’daki onay oturumunda yaptığı konuşmada Türkiye’nin SDG’ye karşı bu süre zarfında bir askerî harekât düzenlememiş olmasını doğrudan bu yaptırım tehdidiyle ilişkilendirdi.
Bununla birlikte seçim kampanyasında Ortadoğu’dan tüm Amerikan askerlerini çekeceğine vaat eden Trump’ın kazanması Erdoğan’ı ABD’yi Suriye’de istediği noktaya getirebileceğine dair umutlandırdı. Partisinin parlamento grubunda 15 Ocak’ta yaptığı konuşmada “Herkes bölgeden elini çeksin, biz Suriyeli kardeşlerimiz ile DEAŞ'ın [IŞİD] da YPG'nin de başını ezeriz.” şeklindeki sözleri bu beklentiyi yansıtıyor.
Oysa Marco Rubio, Senatör Hallon'un "IŞİD'e karşı mücadelede ortaklarımız olan SDG'yi desteklemeye devam etmemiz gerektiği konusunda hemfikir misiniz?" şeklindeki sorusuna tereddüt etmeden "Kesinlikle " cevabını verdi. Rubio orada da durmadı ve Erdoğan’a açık bir mesaj göndermeyi gerekli bularak şunları söyledi: "Şu anda Kürtlerle ilgili olarak kırılgan bir ateşkes var, bunun korunması önemli. Bence Erdoğan'a, daha bu oturumda, ABD'deki iktidar değişimini, yürürlükte olan anlaşmaları ihlal etmek için kullanabilecekleri bir fırsat olarak görmemeleri gerektiği mesajını erkenden vermek önemli." Diğer yandan Trump’ın 17 Aralık’ta düzenlediği basın toplantısında “Suriye’den ABD askerlerini hemen çekip çekmeyeceğine” dair bir soruya kesin bir cevap vermekten kaçınması gözlerden kaçmadı.
Trump’ın öncelikle ele almayı planladığı meselelerden birinin Suriye olmayacağı tahmine müsaittir. Zaten söylemleri ile icraatları arasında farklar beklemek gerekir. Mesela Trump seçim kampanyasında Rusya-Ukrayna savaşını “bir günde” bitireceğini söylüyordu, seçildikten sonra, daha Beyaz Saray’daki koltuğuna oturmadan bu süreyi altı aya çıkardı.
HTŞ’nin ülkede ekonomik durumu iyileştirerek normalleşmeyi sağlayabilmesi için önündeki en büyük engellerden biri, ABD’nin Esad döneminde Suriye’ye uyguladığı “Sezar yaptırımları”. Rubio bu yaptırımların kaldırılması için Suriye’deki yeni rejimden bazı şartları yerine getirmesini isteyeceklerini belirtiyor, bu şartlardan biri de “Kürtleri korumaları.”
Bu durumda ABD Yönetiminin hem Suriye’deki askeri varlığını hem de Ankara ve Şam üzerinde “ekonomik yaptırım” tehdidini kullanarak SDG’ye yönelik olası büyük çaplı askeri harekatları engelleme siyaseti uygulayacağı anlaşılıyor. Bu politikanın ABD ve Türkiye ilişkilerinde tansiyonu yükseltme potansiyeli her zaman yüksektir.
Bu şartlarda Erdoğan’ın Suriye politikasının nasıl şekilleneceğine dair belli başlı üç senaryo olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilkinde, Trump Suriye’den ABD askerlerini çekecek, Erdoğan da SMO ve HTŞ ile koordineli bir şekilde düzenleteceği askeri harekatlarla Suriye’deki Rojava adlı Kürt özerk yönetimini ortadan kaldıracaktır. Erdoğan’ın hayalindeki senaryo olduğuna kuşku olmamakla birlikte, bunun gerçekleşme ihtimali bana göre düşüktür.
İkinci senaryoda ABD Suriye’deki askeri varlığını hemen çekmediği gibi, HTŞ’ye de Sezar yaptırımlarını kaldırma şartlarından biri olarak SDG’nin özerkliğine saygı göstermesi şartını dayatacaktır. Keza Erdoğan üzerinde de SDG’ye yönelik bir askeri harekat düzenlemesi halinde mal varlığının açıklanmasını da içeren ekonomik yaptırımlarla yüzleşeceği tehdidi Demoklesin Kılıcı gibi tutulmaya devam edecektir. Türk ekonomisinin içinde bulunduğu kötü durum nedeniyle Erdoğan’nın ne HTŞ’nin ekonomik beklentilerini karşılayabilme ne de SDG’ye karşı askeri hareket düzenlemesi halinde maruz kalacağı ABD yaptırımlarını göze alabilmesi mümkündür. Bu nedenle Erdoğan, Rojava özerk yönetimi tanımayı kabullenecektir. Böylece Ankara ile Washington arasındaki önemli bir sorun ortadan kalkacak, Biden döneminde bir kez bile Beyaz Saray’a davet alamayan Erdoğan, kendisine çok daha yakın hissettiği Trump’la ilişkilerini iyileştirmeye odaklanacaktır.
Bu ikinci senaryo dış politika açısından Erdoğan için tercihe şayan gözükmekle birlikte iç siyaset açısından bunu söyleyebilmek pek mümkün değildir. Şöyle ki büyük ölçüde alt ve orta sınıfların yaşam koşullarını zorlaştıran ekonomik kriz nedeniyle Erdoğan’ın popülerliği hızla düşmektedir. Yöneylem’in 3 – 7 Ocak 2025’te 81 ilde 2 bin 100 kişiyle görüşülerek hazırladığı yılın ilk kamuoyu araştırmasına göre cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan, muhalefet adaylarının yaklaşık 10 puan gerisinde bulunuyor. "Önümüzdeki pazar Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak olsa Erdoğan’a mı muhalefet adayına mı oy verirsiniz" sorusuna ise yüzde 47,5 "Muhalefet adayı" yanıtını verdi. Erdoğan'a oy vereceğini söyleyenlerin oranı yüzde 37,1'de kaldı. Anket katılımcılarının yüzde 53,6'sı ülkenin kötü yönetildiğini söylerken "İyi yönetiliyor" diyenlerin oranı yüzde 24,1'de kaldı. Katılımcıların yüzde 85,7'si ekonomik kriz, enflasyon ve geçim sıkıntısını ülkenin en önemli sorunu olarak belirtti.
İkinci senaryonun gerçekleşebilmesi için Ankara’nın SDG ile iletişim kanallarını açması ve ilişkilerini normalleştirmesi gerekecektir ki iktidarın bunun için Öcalan’ı aracı olarak kullanma seçeneği üzerinde durduğu görülmektedir. Fakat Metropoll’ün 17-20 Kasım 2024 tarihlerinde yaptığı kamuoyu araştırmasında Bahçeli’nin Öcalan’a yaptığı çağrıyı “doğru” bulanların oranı yüzde 21,9'da kalırken, “yanlış” bulanların oranı yüzde 71,9’dur.
Bu şartlarda Erdoğan’ın SDG’yi tanıması demek, artık seçim dönemlerinde alışıldığı üzere, “terör/PKK tehdidini”, “Türkiye’nin bölünmesi tehdidini” köpürterek milliyetçi tabanı kendi etrafında kenetleyeceği önemli bir kozdan mahrum olması demektir. Ekonomik krize bir çözüm bulamadığı bir ortamda Erdoğan için bu, hiç de tercih edilir bir seçenek değildir. Nitekim Erdoğan’ın iç siyasette İslamcılıktan çok milliyetçiliğe yaslandığı görülmektedir. Yöneylem Genel Koordinatörü Derya Kömürcü yaptıkları son kamuoyu anketinin sonuçlarını değerlendirirken önümüzdeki bir iki yıl boyunca yeni bir milliyetçi dalga gelmesini beklediklerini ifade etmektedir. Kömürcü son birkaç yıldır Erdoğan’ın tabanını muhafazakarlıktan çok milliyetçilik üzerinden konsolide ettiğini vurgulamaktadır ki kanaatimce bu milliyetçiliğe yönelim çok daha önce 2016’da başlamıştır.
Bu durumda Erdoğan’ın üçüncü bir senaryoda karar kılma ihtimali daha yüksektir. Bu senaryoda Erdoğan SDG ile ilişkilerinde “kontrollü gerginlik” politikası izleyecektir. Bir yandan Trump’ı Suriye’den ABD askerlerini çekmesi için ikna etmeye, ABD Yönetiminde bu konuda yaşanabilecek görüş ayrılıklarından istifade etmeye çalışacak, diğer yandan sahadaki durumda köklü bir değişiklik yapmayacağını bildiği halde, SMO ve HTŞ’ye SDG’nin üzerine gitmeleri için baskıda bulunacaktır. Bir yandan da Türkiye’deki milliyetçi tabana hitaben Türk Silahlı Kuvvetleri’nin her an Suriye’ye bir askeri harekat düzenleyebileceği söylemini yürütecektir. Yine iktidar medyası Suriye’de “arkasında İsrail, ABD gibi güçlerin bulunduğu, nihai hedefi Türkiye’yi bölmek olan bir Kürt devleti kurmaya çalıştıkları, Erdoğan’ın bunu önlemek için mücadele ettiği” söylemlerini işleyecektir.
Bu çerçevede içeride yine Erdoğan’ın seçim hesaplarını kolaylaştıracak şekilde, önde gelen siyasetçilerini tutuklamak veya hapiste tutmaya devam etmek, belediye başkanlarının yerine kayyım atamak gibi yöntemlerle DEM Parti üzerindeki baskı artırılacaktır.
Erdoğan’ın Suriye’de tek başına “oyun kurma” gücü olmasa da “oyun bozma” kabiliyetleri yüksektir. Bu sayede Rojava özerk yönetiminin meşrulaştırılacağı herhangi bir düzenlemeyi önleyecektir, fakat ABD’yle ilişkilerinin bozulmasına yol açacak şekilde SDG’nin üzerine doğrudan gitmekten de kaçınacaktır.
Böyle bir siyasetin en büyük riski Erdoğan ile Trump arasında yaşanabilecek “iletişim kazalarıdır” ki, 2019’da bu gerçekleşmiş, Trump’ın Erdoğan’ı Suriye’de başlattığı harekatı durdurması için “Ekonomini mahvederim!” diye tehdit etmesiyle ve ona “Aptal olma!” diye hitap ettiği bir mektup yazmasıyla neticelenmişti.
Erdoğan halihazırda hala birinci senaryonun hayalini kuruyor, ikinci senaryoyu uygulamak zorunda kalırsa tabanının ne tür tepkiler göstereceğine dair anketleri inceliyor, muhtemelen üçüncü senaryoya mecbur kalmak istemiyor, çünkü Trump’la ilişkisinin Suriye girdabına düşmesinden endişe ediyor. İYİP’in sözcüsünü (Kürşad Zorlu) AKP’ye katılmaya “ikna etmesi”, Zafer Partisi genel başkanı Ümit Özdağ’ı tutuklatması gibi gelişmeler ikinci senaryoyu uygulayabilmek için zemini hazırlama çabalarıyla ilişkili olabilir. Ama bana öyle geliyor ki nihai tahlilde her zamanki gibi iç siyasi çıkarlarına öncelik vererek en iyi bildiği yolu en güvenli bulup üçüncü senaryoda karar kılacaktır.