Suriye Devlet Başkanı Ahmed Şara ile ana omurgasını YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Komutanı Mazlum Abdi’nin birdenbire Şam’da kameraların karşısına geçip bir anlaşma imzalamalarıyla, Bahçeli’nin Öcalan çağrısıyla başlayan sürecin perde arkasında “neler döndüğü” kanaatimce büyük ölçüde ortaya çıkmış oldu.
Neler yaşanmakta olduğunu daha iyi anlayabilmemiz için Erdoğan’ın dış politikada attığı geri adımları Türk kamuoyuna nasıl farklı yansıttığının manidar bir örneği olan İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine koyduğu vetoyu kaldırma sürecini hatırlatmak faydalı olacaktır. O zaman Madrid’deki NATO Zirvesi’nde Erdoğan’ın vetosunu kaldırmasını sağlayan bir mutabakat zaptı imzalanmıştı. Bu metin Türk kamuoyuna “YPG ve FETÖ’nün NATO belgesinde terörist örgütlenme olarak geçirildiği” şeklinde takdim edilmiş, bu sayede Batılı ülkelerin YPG’yle ilişkilerini keseceği, Erdoğan hükümetinin talebi doğrultusunda Gülen cemaati mensuplarını tutuklayıp Türkiye’ye göndereceği yolunda bolca haber ve değerlendirmeler yayınlanmıştı. Oysa gerçekte Erdoğan, üst perdeden söylediği tüm lafları yutmak zorunda kalarak Biden yönetimini yeniden F-16 satmaya ikna etmek dışında hiçbir şey alamadan vetosunu kaldırmıştı. Ama bunun Türk kamuoyuna böyle yansımasını önlemek üzere “mutabakat zaptı” tiyatrosu oynanmıştı. Nitekim başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler o mutabakat zaptından sonra da YPG’yle ilişkilerini kesintisiz sürdürdüler, hiçbir Gülen cemaati mensubunu da Erdoğan hükümetine iade etmediler.
Şimdi Suriye’de, Irak’takine benzer şekilde, PKK’nın Suriye kolu olan YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu, Kürtlerin Rojava adını verdikleri özerk Kürt yönetiminin Türkiye tarafından tanınması sürecinde de benzer bir taktik uygulanıyor. Erdoğan hükümeti zaten on yılı aşkın bir süredir fiilen bir devlet gibi hareket eden bu özerk yönetimi, ABD (ve muhtemelen İngiltere) arabuluculuğunda tanımayı kabullenmiş gözüküyor. Fakat bu geri adımın Türk kamuoyundan bir “zafer hikayesiyle” saklanması için, koreografisi her adımına kadar planlanmış bir süreç işletiliyor. Burada ABD için asıl önemli olan Suriye’deki bu Kürt özerk yönetiminin bir şekilde Ankara tarafından tanınacak olmasıdır, bunun karşılığında Erdoğan’a bu süreci Türk halkına farklı yansıtabilmesi için yardımcı olmaktan da kaçınmıyorlar.
Batı’nın izlediği stratejinin ana hedefi İran’ın bir daha Suriye’ye dönmesini engellemektir. Şara Şam’da iktidara geldiğinden bu yana kesin ifadelerle bunu vaat etmesi sayesinde, aşırılıkçı bir örgütün (HTŞ) liderliğinden gelmesine rağmen Batı nezdinde meşruiyet kazanmayı başardı. Fakat Şara’nın (ve HTŞ’nin) ideolojik yapısı ve geçmişi, Suriye’de hakimiyetini tamamıyla kurduktan sonra İsrail’in “başına bela olma” potansiyelinin yüksek olduğu anlamına geldiğinden, onu dengelemek üzere, adeta bir emniyet sigortası gibi YPG liderliğindeki Kürt özerk yönetiminin yeni Suriye rejiminin bir parçası haline getirilmesi planlanıyor. Şam’a Şara’yla anlaşma imzalamak üzere bir ABD askeri uçağıyla giden Abdi’nin uluslararası basına yaptığı açıklamalarda İran’la kesinlikle herhangi bir ittifak içerisinde olmayacaklarını vurgulaması da bu resmi tamamlamaktadır. Kürtler bunun ABD ve İsrail’in bir kırmızı çizgisi olduğunu anlamış gözüküyorlar.
Şara-Abdi anlaşmasının İran’ın Lübnan üzerinden desteklediği Esad bakiyesi subaylar üzerinden Nusayrileri ayaklanmaya teşvik ettiği sırada imzalanması da tesadüf değildir. Şara devlet üzerindeki kontrolünü artırdıkça Nusayrilerde yeni rejimde söz haklarının olmayacağı, Esad rejimiyle ilişkilendirildikleri için devamlı bir baskı altında kalacakları korku ve endişesi artıyor. İran’ın bundan istifade etmeye çalıştığı anlaşılıyor. Şam’ın bu ayaklanmayı bastırırken, HTŞ’nin tam kontrol edemediği bazı örgütlerin sivil katliamlarda bulunması uluslararası alanda meşruiyetini artırma çabaları içerisindeki Şara’ya yönelik ciddi bir darbe oldu. Buna rağmen Nusayri ayaklanmasını İran’ın Suriye’ye geri dönme girişimi olarak gören Batı, Şara’ya sert tepkiler vermekten de kaçındı.
Hatta Avrupa Birliği, Suriye Dışişleri Bakanı Şeybani’yi 17 Mart’ta Brüksel’de düzenlenecek bağışçılar konferansına davet etti. Her yıl düzenlenen bu konferans Esad’ın düşüşü sonrası ilk kez toplanacak. Daha önce AB, Esad rejimini bu toplantıya davet etmiyor, sadece Suriyeli sivil toplum temsilcilerine davet gönderiliyordu. Şimdi ilk kez Suriye hükümetinden bir temsilci katılmış olacak. İran devletine ait İngilizce yayın yapan Press TV’nin bu haberi “Avrupa Komisyonu, ülkenin batısında yüzlerce Alevinin katledilmesinin ardından Suriye’deki HTŞ yönetimini Brüksel’de resmi bir konferansa davet etti” şeklinde vermesi de Tahran’daki kızgınlığı yansıtıyor.
Nusayri ayaklanması ve onu bastırmaya çalışırken yapılan katliamlar Suriye’de iç savaşın yeniden alevlenmek üzere olduğuna dair endişeleri ortaya çıkardığı için Şara rejimi bakımından sarsıcı bir gelişmeydi. Ama Kürtlerle yapılan anlaşma bu havayı birdenbire dağıttı. Şara’nın kalıcı olduğu, HTŞ ile SDG arasında bir çatışmanın, en azından kısa vadede beklenmemesi gerektiğini gösterdi. Tüm bu gelişmeleri İran’ın hamlesinin ABD tarafından boşa çıkarılması olarak da okumak bence mümkün…
Erdoğan rejimi ile Kürtler arasında Batının arabuluculuğunda yürütülen örtülü müzakerelerde şöyle bir anlaşmaya varıldığı anlaşılıyor: PKK’nın Türkiye’ye yönelik tüm eylemlerini sona erdirmesi ve belki de kağıt üzerinde kendisini sonlandırması karşılığında, aynı örgütün Suriye kolunun kurmuş olduğu özerk yönetim Ankara tarafından tanınıyor.
Türkiye yıllardır resmi tutumunda Mazlum Abdi’yi bir terörist, komutanı olduğu SDG’yi de bir terör örgütlenmesi olarak görüyor. Buna rağmen müttefiki Şara ile Abdi arasında imzalanan ve Abdi’nin Şara’nın adeta eşiti imiş gibi muamele gördüğü anlaşmaya olumsuz hiçbir tepki göstermedi. Aksine başta Erdoğan olmak üzere bu anlaşmayı meşru gören, destekleyen demeçler geldi.
Türk kamuoyunda sanki Abdi, Şam’a gidip teslim bayrağını çekmiş gibi bir hava yansıtılıyor. Oysa YPG/SDG ne silah bırakıyor ne de kontrolündeki bölgelerden çekiliyor, aksine Kürtlerin Rojava olarak adlandırdıkları özerk devletin Şam tarafından tanınacağı bir süreç başlıyor. Taraflar henüz tüm ayrıntılarda uzlaşma sağlamış değiller. Bu anlaşma iki tarafın çatışarak değil müzakereyle bir orta yolu bulmaya yönelik güçlü bir niyet beyanını yansıtıyor.
İktidar çevrelerinde, Trump’ın gelişiyle ABD’nin Suriye’den askerlerini çekeceği, Şam’da da artık Ankara’yla müttefik Şara iktidara geldiği için YPG/SDG’nin korumasız kalacağı, AKP liderinin sevdiği bir ifadeyle Rojava’nın “Erdoğan’ın kucağına düşeceği” yolundaki beklenti güçlüydü. Bu konuda iktidar medyasında yapılan değerlendirmeler de hep bu minvaldeydi. Oysa gelinen noktada bambaşka bir fotoğrafla karşı karşıyayız.
Şara için en öncelikli mesele, Suriye’ye yönelik Esad döneminde koyulan kapsamlı Batı yaptırımlarının kaldırılmasını sağlamaktır. Aksi takdirde Suriye’nin çökmüş ekonomisini, yerle bir olmuş altyapısını ayağa kaldırabilme ihtimali yok… ABD “bu iyiliği yapmanın” karşılığı olarak Suriye’de iç savaş sırasında fiilen kurulmuş olan Kürt özerk yönetimini tanınması şartını koşuyor. Türkiye’nin Şara’yı ekonomik açıdan destekleyebilme gücü bulunmuyor. Suriye’ye yönelik yaptırımlarını kaldırması için Batı’yı ikna edebilme gücü de yok.
Sanki Erdoğan’ın “güçlü liderliği” sayesinde “terörsüz Türkiye hedefine” ulaşılmış, PKK kendini feshedip silah bırakmış, YPG/SDG kendini feshedip Şam idaresine katılmış “gibi yapılacak” bir süreç var önümüzde…
Eğer iktidar medyası Türkiye kamuoyunu sürecin bundan ibaret olduğu konusunda ikna edebilirse her şey planlandığı gibi gidebilir. Fakat sürecin en netameli noktalarından biri Öcalan’ın belli ölçüde özgürlüğe kavuşturulması olacaktır. Bu tür adımlar kamuoyunda iktidar medyasındaki söylemlerin sorgulanması sonucuna yol açabilir. Erdoğan’ın anketlerdeki duruma ve iç siyasette yükselen tansiyona göre aynen ilk çözüm sürecinde olduğu gibi “ânî bir U dönüşü” yapma ihtimali de bana göre her zaman mümkün… Fakat süreç bu kadar olgunlaştırıldıktan sonra, Hamas’ın 7 Ekim saldırısı sonrası girilen dönemde tüm dengelerin alt üst halde olduğu Ortadoğu’da, bu tür bir geri dönüşün, Türkiye’nin iç ve dış politikasında büyük çaplı çalkantılara sebebiyet vermesi riski de büyük…
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat