Görünen o ki bütün bu müsamere aslında iktidarın Rojava’yı tanımasına bir kılıf oluşturmak için oynanıyor. Nitekim Öcalan’ın çağrısı sonrası PKK’nın fiili lideri Murat Karayılan ile SDG lideri Mazlum Abdi’nin verdiği cevaplar bunu açıkça ortaya koyuyor.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla başlayan, Öcalan’ın bu çağrıya birebir uyarak PKK’dan silah bırakarak feshedilmesini talep etmesiyle devam etmekte olan süreci, Suriye’deki gelişmeleri merkeze almadan anlayabilmenin mümkün olduğunu düşünmüyorum.
Bahçeli’nin çağrısı üzerine o hafta yazdığım yazıda bunu böyle değerlendirmiştim, sonrasında malumunuz Ahmed el-Şara liderliğindeki Heyet Tahrir el-Şam Esad’ı devirerek Suriye’de iktidarı ele geçirdi. Birbirinden bağımsızmış gibi üst üste yaşanan bu iki gelişmenin aslında pek de tesadüf olmadığına, hatta doğrudan birbiriyle ilişkili olduğuna inanıyorum. Aynen ilk çözüm sürecinde olduğu gibi bu süreçte de Batılı bir ülkenin arabulucu rolünü üstlenmiş olması da tahmine müsaittir.
Aksi takdirde Erdoğan rejiminin Kürtlere yönelik baskılarını artırdığı, seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyım atama uygulamasını son sürat sürdürdüğü bir ortamda iki taraf arasında nasıl bir uzlaşma sağlanarak Öcalan’ın böyle bir açıklama yapması noktasına gelinebildiği, bir uzlaşma söz konusuysa hükümetin baskıcı politikalarını neden sürdürdüğü sorularına ilişkin ikna edici bir açıklama yoktur.
Oysa hadiseyi Suriye odaklı anlamaya çalıştığınızda işin rengi değişmektedir: Erdoğan, Esad’ın devrilmesi sonrası sıranın PKK’nın Suriye kolu olan YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) (Kürtlerin Rojava dedikleri özerk devletin) ortadan kaldırılmasına geldiğini ilan etti, Türkiye’nin YPG’ye karşı her an bir askeri harekât başlatabileceği tehditleri savurdu, ama bu tehditlerin arkasını getiremedi.
Rojava yaklaşık on yıldır fiili olarak bir devlet gibi faaliyet gösteriyor, Amerikan ve İngiliz özel kuvvetlerince eğitilen, IŞİD gibi tehlikeli bir örgüte karşı savaşması sayesinde oldukça zinde bir kuvvete dönüşmüş on binlerce askerden oluşan düzenli bir orduya sahip… Rojava’yla birlikte PKK (veya belki daha doğru bir ifadeyle PKK’nın da bağlı olduğu üst yapılanma olan KCK) Suriye’de özerk bir devlet kurmayı başarmış oldu.
İşte Erdoğan bu özerk devlete karşı bir askeri harekat başlatmaya cesaret edemedi. Böyle bir harekatın Biden dönemi bitmeden yapılmaması halinde, Trump’ın gelişi sonrası düzenlenmesinin imkansızlaşacağını vurgulamıştım. ABD Kongresi’nin mal varlığını açıklama dahil bazı yaptırım tehditlerinde bulunması Erdoğan’ı korkuttu, bu nedenle ani bir frene bastı.
Artık böyle bir harekata Trump Yönetiminden izin almadan teşebbüs etmesi halinde Trump’ı Biden’a nazaran zayıf bir lider olarak gördüğü algılaması ortaya çıkacaktır ki ABD’nin bu durumda vereceği tepkiyi AKP liderinin göze alabileceğini de sanmıyorum. Diğer yandan, Trump’ın Dışişleri Bakanı ve Ulusal Güvenlik Danışmanının Rojava’ya bakışı gayet iyi bilindiğinden, bu dönemde Washington’dan böyle bir harekat için izin koparmanın, en hafif tabirle, pek kolay olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Görünen o ki bütün bu müsamere aslında iktidarın Rojava’yı tanımasına bir kılıf oluşturmak için oynanıyor. Nitekim Öcalan’ın çağrısı sonrası PKK’nın fiili lideri Murat Karayılan ile YPG (ve SDG) lideri Mazlum Abdi’nin verdiği cevaplar bunu açıkça ortaya koyuyor.
Öcalan üç sayfalık mektubunda sanki PKK’den koşulsuz silah bırakmasını talep ediyormuş havası verse de Sırrı Süreyya Önder aracılığıyla ayrıca iletmeyi gerekli bulduğu notta, bu sürecin başarılı olması için “şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK’nın kendini feshi, demokratik siyasetin ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir” şartını getirmeyi ihmal etmedi.
Karayılan da (PKK Yürütme Konseyi) bu mesajı almış olduğunu gösterir bir cevap vermiş, önce Öcalan'ın çağrısının içeriğine olduğu gibi katıldığını ve çağrının gereklerine uyacağını kaydettikten, yani sanki hiçbir koşul ileri sürmeden silah bırakacakmış gibi yaptıktan sonra şartlarını açıklıyor. (Boşuna müsamere demiyoruz!)
Bu şartlar şöyle: (I) "Kendisine yönelik saldırı olmadıkça hiçbir (PKK) gücü silahlı eylem yapmayacak.” Bu şu demek: Türkiye, PKK’ya yönelik tüm operasyonlarını durduracak. (II) “Başarı için demokratik siyaset ve hukuki zeminin de uygun olması gerektiğinin altını çizmek istiyoruz.” Bu şu demek: Kayyım politikası sona erdirilecek, genel af çıkartılacak, hatta yerel yönetimlerin yetkileri artırılacak. (III) “(PKK’nın kendini feshetmesi amacıyla) Kongre toplamak için hazırız ancak bunun gerçekleşebilmesi için uygun güvenlikli ortamın oluşması ve kongrenin başarısı için de Öcalan'ın bizzat yönlendirmesi ve yürütmesi gerekir. Çağrının başarıyla hayata geçmesi için Öcalan'ın fiziki özgür yaşar ve çalışır koşullara kavuşması, arkadaşları dahil istediği herkesle engelsiz ilişki kurabilmesi gerekir.” Bu şu demek: Öcalan istediği kişilerle görüşmeler yapabildiği imkanlara sahip olduğu bir serbestliğe kavuşturulacak.
Zaten iktidar bu yönde sözler vermiş olduğu için mi Öcalan çağrıda bulundu? Bunu bekleyip göreceğiz. Türkiye’nin tek adam rejimine dönüştüğü hatırlandığında, iktidarın vereceği demokratik ve hukuki teminatları neden yeterli bularak öyle ya da böyle Suriye’de devlet kurmayı başarmış bir örgütlenmeyi feshetsinler ki? Erdoğan mevcut anayasayı bile uygulamıyor, yarın farz-ı muhal (bence bu ihtimal farz-ı muhaldir) PKK “koşulsuz” silah bırakıp kendisini feshettiğinde Erdoğan’ın tüm demokratik ve hukuki kazanımları bir çırpıda hiçe saymasını kim engelleyebilir ki?
Ama Rojava Türkiye tarafından tanınırsa, yani aynen Irak’takine benzer şekilde Suriye’de de bir Kürt özerk yönetimi oluşturulursa, bu durumda PKK esasen büyük bir zafer elde etmiş olacaktır, sahip olduğu düzenli ordu ve siyasi güç sayesinde Erdoğan’ın tavrını değiştirmesi halinde eski konumuna bir çırpıda dönmesi, yani silahlı ayaklanmayı Türkiye’ye taşıması mümkün olacaktır. Nitekim Öcalan’ın çağrısına dair YPG lideri Mazlum Abdi asıl planın bu olduğunu gösterir şekilde şu manidar tepkiyi verdi: “Sayın Öcalan'ın çağrısı PKK'yeydi, PKK gerillalarınaydı. Doğrudan bizim bölgemiz için değildi.”
Diğer yandan şunu da vurgulamalıyım ki Erdoğan rejiminin üniter devlet yapısından taviz verecek adımlar atmayacağını düşünmek yanıltıcı olur. Çünkü bu tek adam rejiminin öyle ideolojik kırmızı çizgileri olduğu söylenemez. Nitekim Öcalan’ın mektubunda isim vermeden de olsa açıkça Kemalist ulus-devlet rejimine yönelik ağır eleştiriler getirmesine müsaade edilmiş olması da bunun bir göstergesidir. Erdoğan’ın en yakın adamlarından Binali Yıldırım’ın Öcalan’ın çağrısı sonrası yaptığı şu açıklama da bunu ispat etmektedir: “Vatandaşlık tanımı yeni anayasada gözden geçirilebilir. Bir etnik kimliği tanımlamak, öne çıkartmak değil de etnik kimliğinin kim olduğuna bakmaksızın vatandaşlığı önceleyen bir güncelleme yapılabilir. Bu bazı etnik grupların kendilerini ihmal edilmiş düşüncesinden kurtarabilir. Buna mani yok, şovenizme gerek yok, bizi bağlayan bayrağımız, toprağımız, milletimizdir. Kürdü, Türkü, diğer etnik gruplarıyla milletimizdir. Bunu esas alan bir güncelleme yapılabilir. Yeni yapılacak anayasada yapılması gereken önemli konulardan bir tanesi, yerel yönetimlere ademi merkeziyetçilik. Her şeyi Ankara'dan kontrol etmek yerine, yetki devrinin yapılması."
Rejimin tek kırmızı çizgisi tek adamın kendisidir, onun iktidarını tehdit eden her şey onun düşmanı olmak demektir, ona gerçekten muhalifseniz ve bu muhalefetinizi iktidarı endişeye sokacak şekilde etkili bir tutuma dönüştürüyorsanız, rejimin propaganda aygıtları ve mahkemelerinin sizi “vatan haini”, “terörist”, “yabancı ülkelerin maşası” ilan etmesi “reyizin emridir”. Muhalefet yasaklanmış değildir, rejimin çok önemsediği “demokrasi tiyatrosunun” inandırıcı şekilde oynanabilmesi için muhalefetin rejimin çizdiği çizgiler içerisinde, onun yazdığı senaryoya harfiyen uyması beklenmektedir.
Şimdi Kürt siyasi hareketi de Suriye’deki fiili devletin, yani Rojava’nın tanınması karşılığında Erdoğan’ın bu oyununa iştirak edebileceği işaretleri vermektedir. Erdoğan’ın sanki “güçlü bir liderlik göstermesi sayesinde PKK terörünü ortadan kaldırmayı” başardığı propagandasına yol vermekte, yani kendi halkını kandırmak için oynadığı oyunun bir parçası olmakta sorun görmüyor gibiler…
Kağıt üzerinde iyi planlanmış gibi gözükse de süreci bozma potansiyeli yüksek bir unsur, Erdoğan’ın düşen popülerliğidir. AKP liderinin sürece doğrudan müdahil olmaktan ısrarla kaçınması da tabanının vereceği tepkileri görmeden kesin bir tavır takınmaktan kaçınmak istemesidir. Ekonomik krizin süregiden tesirleri Erdoğan’ın anketlerde olumlu bir tabloyla karşılaşma ihtimalini düşürmektedir. Hele onu sandıktan yenebileceği anlaşılan İmamoğlu’nun şaibeli hukuki ve idari kararlarla seçime katılmasının engellenmesi, milli iradenin böyle açıktan ipotek altına alınmasına öteden beri tepki gösterdiğini bildiğimiz halktaki memnuniyetsizliği daha da artırabilir.
Fakat bu saatten sonra, yani sürece bu kadar angaje olduktan sonra Erdoğan’ın yine masayı devirmesinin Türkiye’nin iç ve dış politikasında AKP liderinin ummadığı ve kontrol etmekte zorlanacağı çalkantıları tetiklemesi de beklenmelidir.