Erdoğan Türkiyesinin Ortadoğu masasında rol oynayabilecek itibar ve gücü yok. Bu nedenle Kürtlerle yeni bir çözüm sürecinin ipine can havliyle sarılarak Ortadoğu masasına tırmanmaya çalışıyor. Ve Türkiye tarihin en kritik dönemeçlerinden birine doğru yaklaşıyor. Ancak...
Hamas lideri Yahya Sinvar’ın önceki gün Gazze’de İsrail ordusunca katledilmesi sonrası İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu üzerinde bir ateşkes anlaşmasını kabul etmesi baskısı artacaktır.
The New York Times gazetesinin “kulağı delik” yazarı Thomas Friedman, ABD, İsrail ve Arap diplomatlarıyla yaptığı görüşmelere dayandırdığı bir plandan bahsediyor.
Plan ana hatlarıyla şöyle:
Filistin’i (Batı Şeria ve Gazze’yi) idare etmek üzere teknokrat bir geçiş hükümeti kurulacak. Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas bu hükümete başkanlık etmek üzere yolsuzluklara bulaşmamış saygın bir ismi (muhtemelen eski başbakan Selam Fayyad’ı) atayacak.
Bu hükümet resmi olarak bir uluslararası barış gücü talep edecek, bu talep çerçevesinde Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri başta olmak üzere diğer bazı Arap ülkelerinin katkılarıyla Gazze’de İsrail ordusunun çekilmesi sonrası güvenlikten sorumlu olmak üzere bir askeri güç oluşturulacak… Bu güce bazı Avrupa ülkelerinin de katkıda bulunması bekleniyor.
Liderlik kadrosu büyük ölçüde dağılmış bulunan Hamas’ın toparlanmasına fırsat verilmeden, Körfez Arap ülkeleri ile ABD ve Avrupa’dan akacak yardım fonlarıyla bu hükümetin Gazze’yi yeniden inşa etmesi, böylece halkın gözünde meşruiyet kazanması sağlanacak, Filistinliler arasındaki çift başlılık sona erecek…
Arap hükümetleri böyle bir planda yer alma şartı olarak İsrail tarafından Filistin devletinin tanınma sürecinin başlatılmasını istiyor. Arap hükümetleri, özellikle de Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, bu kadar Filistinlinin katledilmesi sonrası ülkesinin İsrail’le normalleşme sürecinin devam ettirebilmesi için bunu ön şart olarak ileri sürüyor.
İsrail, Gazze’yi yerle bir ederken Arap hükümetleri her şeye seyirci kalmak dışında hiçbir şey yapamadı. Hele İran ve müttefikleri Hizbullah ile Husilerin İsrail’e yönelik saldırıları göz önünde bulundurulduğunda Arap siyasi rejimlerinin halkları nezdinde ne denli popülerlik kaybettikleri kolayca tahmin edilebilir. İşte başta Suudi Arabistan olmak üzere Arap devletleri, bu açmazı çözmek için halklarına gösterebilecekleri böyle kritik bir kazanıma ihtiyaç duyuyor.
İsrail bu zamana kadar bir Filistin devletine yeşil ışık yakmadı, Bin Selman bu tavizi koparabilirse bu Gazze’ye seyirci kalmasının acizliğini bir nebze örtebilir. Bunun karşılığında da Suudi Arabistan, İsrail’i tanıyarak ilişkilerini normalleştirecek, karşılıklı diplomatik temsilcilikler kurulacak, doğrudan ticaret ve uçuşlar başlatılacak vs.
Friedman’ın da işaret ettiği gibi, Netanyahu’nun kabinesindeki aşırılıkçı bakanları böyle bir plana ikna edip edemeyeceği belirsizliğini koruyor.
Bana sorarsanız, bugüne kadar iki devletli çözümü imkansız kılmak için her yolu deneyen, hatta (önceki yazılarımda değindiğim gibi) Hamas’ı bile palazlandırmaktan çekinmeyen Netanyahu için de böyle bir planı kabul etmek pek kolay değil…
7 Ekim sonrasında Ortadoğu’da tüm dengeler kalıcı şekilde değişti. Netanyahu, Sinvar’ın cesedi üzerinde ne kadar tepinirse tepinsin bu gerçeği değiştiremeyecek, 7 Ekim öncesindeki statükoya dönemeyecektir. İsrail’le askerî açıdan kıyaslanması absürt sayılacak denli zayıf bir örgütlenme olan Hamas’ın tüm Gazze’yi feda ederek adeta intihar saldırısı gibi bir eylemle hasmına bu kadar ölümcül bir darbe vurabilmesi esasen önceki statükonun ne denli kırılgan olduğunu gösteriyor.
Meselenin Türkiye’ye bakan boyutuna yöneldiğimizde, öyle bir boyutun olmadığını, yani Erdoğan’ın tüm söylemlerine rağmen çözüm masasında Türkiye’nin bulunmadığını görüyoruz. Erdoğan Gazze’de çözümün garantörü olma rolüne soyunmuştu, bunu uluslararası zirvelerde gündeme getirdiği halde önerisinin hiç ciddiye alınmadığı anlaşılıyor.
Erdoğan’ın bu kadar çırpınmasına rağmen Ortadoğu masasından tamamen dışlanmış olmasının birkaç sebebi var. Erdoğan Türkiyesinin dünyadaki büyük güçlerin kozlarını paylaştığı o masada rol oynayabilecek itibar ve gücü yok… Söylemediğini bırakmadığı Mısır Devlet Başkanı Sisi ile Bin Selman karşısında nasıl geri adım attığını herkes gördü.
Keza İsrail Gazze’ye harekât başlattığında Erdoğan’ın artık retorikten öteye geçerek kendileri için bir şeyler yapacağı umudunu (maalesef cidden) taşıyan Filistinliler de büyük bir sükut-u hayale uğradı. Netanyahu’yu durduracak hiçbir şey yapmaya teşebbüs etmeyen AKP liderinin İsrail’le ticareti kesintiye uğratmadan sürdürdüğü de ortaya çıktı.
Ne Batılı ne de Arap liderleri Erdoğan’ı güvenilir bulmuyor, onunla nasıl baş edebileceklerini gayet iyi bildikleri için de onu “masaya çağırmaya” gerek görmüyorlar. Kapalı kapılar ardındaki müzakerelerde Türkiye’den bahsedildiğinde Körfez Arap liderleri muhtemelen “Erdoğan’ı dert etmeye gerek yok, gerekirse önüne atacağımız birkaç milyar dolarlık swap’la onu da çözüme dahil ettiririz” diyorlardır.
Erdoğan rejimi tabiatıyla tüm bu dışlanmışlığın gayet farkında… Ortadoğu masasında yer bulabilmek için fellik fellik arayış içerisinde… Batı’ya “Bak beni böyle dışlamayı sürdürürsen BRICS’in kollarına koşarım” dedi ama bu çıkış, gücünden ziyade zayıflığını ortaya koydu. BRICS ülkelerinin Erdoğan’a pek de güvenmediği, üye olarak almayı düşünmedikleri anlaşıldı. The Economist dergisinde “Türkiye’nin stratejik otonomisinin sınırları” başlığıyla dün yayınlanan bir analizde bu şöyle anlatılıyor:
“Hindistan'ın, Erdoğan'ın Keşmir konusundaki anlaşmazlıkta Pakistan'ı desteklemesi nedeniyle Türkiye'nin üyeliğine karşı çıktığı söyleniyor. Rusya da iki farklı görüşe sahip: Türkiye ile Batılı müttefiklerinin arasını açma fırsatını memnuniyetle karşılayan Moskova için Türkiye'nin BRICS üyeliği bir zafer olacaktır. Ancak Ruslar BRICS'te bir NATO ülkesinin yer almasının grubu zayıflatacağından endişe ediyor olabilir. Nitekim Türkiye (BRICS’e giriş hamlesinde) geri vitese takmış gözüküyor. İstanbul'da 14 Ekim'de düzenlenen bir konferansta bir Türk diplomat, hükümetinin BRICS'e katılmak için başvuruda bulunup bulunmadığını “bilmediğini” söyledi. BRICS adaylığının spotları Türkiye'nin küresel ihtiraslarına çevirmesi bekleniyordu ama neticede sanki (gücünün) sınırlarını ortaya çıkarıyor.”
BRICS’e üyelik için ya başvuru yapmışsınızdır ya da yapmamışsınızdır. Bunun ortası yok… Ama “Batı’ya onlara mecbur olmadığımızı gösterelim” diye heyheylenip önünü arkasını iyi düşünmeden bir hamle yaptılar. Şimdi BRICS’ten bekledikleri yüzü bulamayınca iki cami arasında kalmış beynamaza döndüler. Haliyle bizim diplomatlar basit bir soruya ne cevap vereceğini bilemez hale düştüler.
BRICS kapılarından alı al, moru mor dönen iktidar bu nedenle Kürtlerle yeni bir çözüm sürecinin ipine adeta can havliyle tutunarak Ortadoğu masasına tırmanmaya çalışıyor.
Fakat geçen haftaki yazımda da değindiğim gibi bir açmazla karşı karşıyalar: Erdoğan’ın yeniden seçilmesinin önünü açacak bir anayasa değişikliğine mecbur kılmak için toplumun kutuplaştırılması, “beka” söyleminin köpürtülmesi işlerine geliyor, velakin ABD’nin “gözüne girerek” Ortadoğu masasına oturmak için ise tam tersi istikamette bir çözüm sürecini başlatmak icap ediyor.
İktidar bu iki dürtü arasında sıkışmış halde bir yandan yeni bir çözüm sürecinin olmadığından bahsederken, diğer yandan aslında bir sürecin başlatılmış olduğunu da gizleyemiyor.
Büyüteci nereye yöneltirseniz yöneltin, ekonomide, iç ve dış siyasette sıkıştığı görülen, popülerliğini hızla kaybeden (Bakınız: Dipnot) bir iktidarın yönetiminde Türkiye dünya tarihinin en kritik dönemeçlerinden birine doğru yaklaşıyor. Bir dirhem çıkarları için yeni doğmuş bebeklerin ölümüne seyirci kalabilecek denli içten çürümüş bir rejimin bu dönemeçten ülkeyi sağ salim geçirebileceğini sananlar bir enkazın ortasında yara bere içerisinde uyandıklarında her şey için çok geç olacak…
DİPNOT: Türkiye'deki anket şirketlerinin ne denli manipülasyona açık olduğunu 14 Mayıs seçimleri öncesinde açıkça gördük. O seçim öncesinde (bilahare isabetli çıktığı görülen) değerlendirmelerimi yurtdışında yayınlanan, yabancı müşteriler için yapılmış anketlere dayandırdığımı sürekli okuyucularım hatırlayacaktır. Şimdi elimizde bu çerçevede yeni bir anket var.
ABD'nin önde gelen kamuoyu araştırma şirketlerinden Pew, bir kaç yılda bir düzenli olarak gerçekleştirdiği Türkiye anketlerinin yenisini yayınladı. En çarpıcı bulgularından biri şu: Erdoğan'ın 2017'de yüzde 75'lere çıkan beğenirlik oranı 32 puanlık bir düşüşle yüzde 43'e kadar inmiş durumda…
Halkın yüzde 61'i hükümetin doğal afetlere karşı gerekli önlemleri alacağına inanmıyor, yüzde 67'si ise Türkiye'de demokrasinin işleyişinden memnun olmadığını söylüyor. Yani Erdoğan'ı destekleyen kitlenin hatırı sayılır bir bölümü de iktidara güvenini kaybetmiş durumda…
Araştırmada Erdoğan'la Kılıçdaroğlu'nun popülerlikleri de kıyaslanmış. Kılıçdaroğlu artık CHP Genel Başkanı olmadığı halde neden böyle yapıldığına dair bir açıklama getirilmemiş. Ama neticede halkın üçte biri gibi geniş bir kesimin iki lider hakkında da olumsuz görüşe sahip olduğu bulunmuş. Pew'in 2014'den beri yaptığı tüm anketlerde Kılıçdaroğlu'nun beğeni oranı yüzde 24-27 bandında seyrediyor.
Özetle, iktidar popülerliğini hızla kaybetmekle birlikte muhalefet de onun gerçek bir alternatifi olarak kendini kabul ettirebilmiş değil.