Küresel sistem büyük bir krizde: 2025 çok çalkantılı geçecek

Avrupa, Rus “ayısıyla” baş etmek için Amerikan “kartalının” kanatları altına sığınmak yerine, Putin’le bir anlaşmaya varmayı önceleyebilir. Çünkü Avrupa, Çin’den doğrudan bir güvenlik tehdidi hissetmiyor. Tarihe baktığımızda Almanya ve Rusya arasında bu tür bir yönelimin her zaman var olduğunu söyleyebiliriz.

ÖMER MURAT 04 Ocak 2025 HABER ANALİZ

Dünyada şu an yaşanan çalkantıların iki temel nedeni var: Bunlardan ilki özellikle 1980’lerden beri Batı’nın siyasi ve ekonomik politikalarına yön veren ideoloji olan neoliberalizmin 2007-8 Finansal Krizi sırasında çökmesidir. Neoliberalizmin çökmesi sonrası yeri doldurulamadı, aksine onu canlandırmak için beyhude çabalar içerisine girildi. Bu konu Batılı ülkelerde elitle, halk arasında yaşanan çatışmayla doğrudan ilgilidir.

İkinci neden ise Çin’in askeri ve ekonomik açıdan Batı’yı tehdit eden bir güç olarak yükselişidir. Aslında bu ikinci neden paradoksal olarak neoliberal politikaların uygulanması sonucu ortaya çıkan bir sonuçtur.

Batılı elitler bu iki kritik gelişmeyi dikkate alarak hem iç siyasi, iktisadi rejimlerinde, hem de küresel ekonomik düzende bazı değişikliklere gitme zorunluluğuyla karşı karşıyalar. Fakat bu tür bir değişim kurulu düzenleri, çıkarları ister istemez tehdit altına sokuyor, bu nedenle buna karşı bir direniş gösteriyorlar.

Diğer yandan şöyle bir problem de söz konusu: Sovyetler Birliği’nin 1989’da çöküşüyle komünizm bir siyasi, ekonomik model olarak tarihe karıştığında ortada tek ideolojik alternatif olarak kapitalizm kalmıştı, kapitalizm de o sırada neoliberal ideolojinin tesiri altındaydı. “Şimdi neoliberalizm yerine ne gelecek veya getirilecek?” sorusu ortaya çıkıyor. Görünüşe bakarsanız ortada bulunan tek alternatif Avrupa’da uygulamaları olan “sosyal devlettir”, insanlık komünizmi denedi olmadı, onun karşı uç noktası olan neoliberalizm de yolun sonuna geldi, bu durumda tez, karşı tezin sentez üretmesi gibi şimdi ikisinin ortasında bir düzeni temsil eden sosyal devlete yönelmesi beklenmelidir.

Fakat sosyal devlet düzeni, ultra zenginlerin daha fazla vergilendirilmesi demek olduğundan Batılı elitlerin çıkarlarını tehdit eden bir alternatiftir. Durumu karmaşıklaştıran bir husus da Çin’in yükselişini durdurmak üzere karşılıklı bağımlılığın azaltılması için Batılı ekonomilerin daha dinamik, rekabetçi hale getirilmesi gerekliliğidir. Sosyal devlet anlayışıyla Çin’le yarışan bir ekonomik performans sergileyebilmeniz pek kolay değil… Bu, ancak elitlerin vereceği büyük tavizler sayesinde mümkün olabilir ama onlar da buna hiç yanaşmıyorlar.

Batıda orta sınıfların kızgınlığı siyasi arenada popülist partilerin, liderlerin yükselişi olarak yansıyor. Batılı halklar kendilerine büyük bir haksızlık yapıldığını, globalleşmenin ürettiği refahtan kendilerinin dışlandığını düşünüyorlar ve bu konuda da pek haksız değiller. Branko Milanoviç adlı Sırp asıllı Amerikalı iktisatçı, 120 ülkenin 1980-2008 arasındaki verilerini inceleyerek şu gerçeği ortaya çıkardı: Bu yaklaşık otuz yıllık dönem içerisinde global büyümeden dünyadaki en zengin yüzde 1 ile Çin, Hindistan gibi ülkelerde yaşayan en fakir yüzde 50 istifade etti, ama Batıdaki orta sınıflar, işçi sınıfları tersine daha da fakirleşti.

Thomas Piketty adlı Fransız ekonomist Capital adlı ses getiren kitabında global eşitsizliğin hangi boyutlara ulaştığını anlatıyor. En zengin yüzde 1 global büyümenin yüzde 27’sini alırken, dünyadaki en fakir yüzde 50’lik nüfus sadece yüzde 12’sini alıyor. Yani en zengin yüzde 1, dünyanın yarısının toplam zenginlik artışının tam iki katından fazla büyümeden istifade ediyor. Bu yüzde 1 içerisinde sadece Batılı zenginler yok, Çinli, Hintli milyarderler, Rus oligarkları, Körfez Arap ülkeleri ve Türkiye gibi Ortadoğu otokrasilerinin elitleri de var.

Bu şartlarda Batılı orta sınıflar, özellikle de genç kesim, liberal demokratik rejimin gerçekten kendilerinin çıkarlarını koruyup korumadığını sorguluyorlar. Bu kesimler arasında işsizlik oranları yüksek… hayal ettikleri, hedefledikleri işlerde çalışamayanların sayısı da az değil… ülkenin ürettiği zenginlikten yeteri kadar faydalanamadıklarına dair bilinç giderek yükseliyor. 2007-8 krizinde, maaşları on milyonlarca dolar olan CEO’lar tarafından idare edilen finansal şirketlerin kamu parasıyla kurtarılması bu bakımdan bir dönüm noktası oldu. Artık bu insanları devletin iş ve ev sahibi olmaları konusunda doğrudan bir sorumluluk taşımadığı hikayesine inandırmak zorlaştı.

Zengin ve güçlü kesimlerin (Yüzde 1’in) baskısı altındaki hükümetler, halktaki beklentileri karşılayacak şekilde etkili politikalar izleyemiyor. Bu ise popülist hareketlerin ivme kazanmasına yol açıyor. Avrupa Birliği'nin 27 üye ülkesinden 7’si şu anda tamamen ya da kısmen aşırı sağcı partiler tarafından yönetiliyor. Avrupa Birliği’nin ana ülkeleri olan, kıtanın gidişatını yön veren Almanya ve Fransa’da merkez sağ ve sol partiler hızla zemin kaybediyor.

Almanya’da Sosyal Demokratlar liderliğindeki üçlü koalisyon çöktüğü için gelecek ay erken seçime gidiliyor. Anketlerde Friedrich Merz liderliğindeki Hristiyan Demokratların birinci parti çıkacakları, ama tek başına iktidar olamayacakları neredeyse kesin gözükmekle birlikte, AFD’nin yükselişi merkez partileri zayıflattığından seçim sonrası belki aylarca sürecek koalisyon müzakereleri yaşanabilir. Soldan gelmekle birlikte sağ söylemlere de sahip, ama ırkçı olmadığı için daha “light” bir popülist parti görülen Sarah Wagenknecht’in kendi adını taşıyan partisi de (BSW) yükselişte… Bu partilerin ivmelerini sürdürmeleri halinde bu seçimde olmasa bile sonraki seçimlerde iktidara gelmeleri giderek kaçınılmaz gözüküyor.

Halkın kızgınlığını popülist partilere yönelerek göstermesi bu partilerin söylemlerinin haklı olduğu anlamına da gelmiyor. Mesela hepsi göçmen karşıtı bir tutum alıyorlar, oysa Avrupa ülkelerinde doğurganlık oranları anormal seviyelerde düşmüş durumda… Almanya'da 2023 yılı doğurganlık oranının, Birleşmiş Milletler tarafından “ultra düşük” olarak kabul edilen kadın başına 1,4 çocuk eşiğinin altına düştüğü açıklandı. Sadece Almanya’da değil İspanya ve İtalya gibi ülkelerde de doğurganlık oranları iyice düştü. Göçmenlere kapılar iyice kapatılırsa, Avrupa ülkeleri yaşlanan nüfusun, sosyal güvenlik sisteminin giderek artan yükünü kimin çekeceği sorunuyla 5-10 yıl gibi kısa sürelerde yüzleşmeye başlayacaktır. Popülist partiler bu sorunlara köklü çözümler önermemekte, sadece halkın duymak istediklerini seslendirmektedir.

Kaçınılmaz şekilde buyur edilecek göçmenler sosyokültürel açıdan toplumlara entegre edilirken orta sınıfların hayal kırıklıklarının giderilmesi çözüm bekleyen meseleler olarak iç içe geçmiş halde. Bunlara kapsamlı çözümler üretecek bir reform hareketi başlatabilecek, siyasi partiler, liderler ortada gözükmüyor.

Putin’in Ukrayna’yı işgal ederek başlattığı savaşa kadar Avrupa, ABD ile Çin arasındaki kapışmaya müdahil olmayacağı, daha tarafsız bir tutum takınacağı işaretleri veriyordu. Fakat Rus tehdidi karşısında Avrupa’nın ABD güvenlik şemsiyesine ihtiyaç duyduğu ortaya çıkınca tüm denklemler değişti, Avrupa Biden döneminde Soğuk Savaş sırasında olduğu gibi yeniden ABD’yle tam bir müttefiklik ilişkisine girdi, bu ilişkinin Çin’e karşı da ortak bir cephe oluşturmaları gerekeceğini kabullenmeye başladı.

Trump’ın ikinci kez Beyaz Saray’a gelişi, bu denklemin bir kez daha değişmesine yol açabilir. Trump Avrupa’ya artık “bedavaya” güvenlik sağlamayacaklarını, güvenlik faturasının daha büyük bir kısmını ödemezlerse Putin’in tehditlerine karşı kendilerini korumayacakları mesajını veriyor. İlk bakışta bu oldukça kurnaz bir siyaset gibi gözükebilir ama Avrupalı hükümetlerin yukarıda özetlediğim sıkıntılar altında savunma harcamalarında sosyal güvenlikten tavizler vererek yapacakları tüm artışlar toplumsal tepkilerin iyice kontrol edilemez bir noktaya savrulması tehlikesini doğurabilir. Bu durumda Avrupa, Rus “ayısıyla” baş etmek için Amerikan “kartalının” kanatları altına sığınmak yerine, Putin’le bir anlaşmaya varmayı önceleyebilir. Çünkü ABD’den farklı olarak Avrupa, Çin’den doğrudan bir güvenlik tehdidi hissetmiyor. Tarihe baktığımızda Almanya ve Rusya arasında bu tür bir yönelimin her zaman var olduğunu da söyleyebiliriz.

Bu kez daha güçlü ve hırslı gelen Trump’ın ikinci döneminin ilk yılı olan 2025’te bu yazıda özetlemeye çalıştığım yönelimlerin, çatışmaların belirginleşmesini beklemek gerekir. Sanırım sadece dünya için değil, Türkiye için de oldukça çalkantılı bir yıla girdik.

  • Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com