Batı Türkiye'ye “Ben HTŞ’yi meşrulaştırayım sen de YPG’yi meşrulaştır, böylece Rusya ve İran’a karşı birlikte hareket etmek üzere orta yolu bulalım” teklifini yapmış olabilir mi? Ama bunun getirdiği çok büyük riskler var. Çünkü eğer Erdoğan YPG’yi boğmaya karar verirse...
"Hiçbir şeyin olmadığı on yıllar vardır ve on yılların yaşandığı haftalar vardır” diye (kimin söylediği bilinmeyen) meşhur bir söz vardır. Dünya öyle günlerden geçiyor.
13 yıldır iç savaşta direnen, hatta kazanmaya başladığı sanılan Esad birdenbire devrildi.
Bu neden şimdi yaşandı?
Bunun nedeni 7 Ekim’de Hamas’ın saldırısı sonrasında Ortadoğu’da ortaya çıkan yeni jeopolitikle yakından ilgili. O saldırıdan önce Ortadoğu’nun jeopolitik manzarası şöyleydi: İran, ABD işgalinden sonra Irak’ta, iç savaştan sonra Suriye’de güçlü bir konuma gelmiş, Lübnan’da da müttefiki Hizbullah’ın hâkim olması sayesinde Tahran’dan Beyrut’a uzanan bir Şiî hilali kurmuştu. Meşrik’te, Levant’ta artık İran’ın borusu ötüyordu.
İsrail ve Arap ülkeleri bu Şiî eksenini dengelemek için İbrahim Anlaşmaları ile örtülü bir ittifak kurma adımları atıyordu. Bu ittifakın en zayıf tarafı, Filistin meselesinin çözüme kavuşturulmasını içermemesiydi, Hamas 7 Ekim saldırısıyla Aşil’in topuğundan vurmuş oldu. Netanyahu hükümetinin Gazze’de verdiği orantısız tepki İbrahim Anlaşmalarının da adeta doğmadan ölmesi anlamına geliyordu.
Netanyahu liderliğindeki İsrail aşırı sağı için Hamas’ın varlığı, iki devletli çözümün önlenmesi için kullandıkları elverişli bir mazeretti. Şimdi bu mazeretin yokluğunda İbrahim Anlaşmalarını canlandırabilmek için iki devletli çözümü kabullendiğini gösteren adımlar atması gerekiyordu. Oysa İsrail aşırı sağcılarının bunu yapmaya hiç niyeti yoktu.
Daha sonra Hizbullah’la başlayan savaşta örgüte ağır darbeler indirilmesi de İsrail’i içine düştüğü bu jeopolitik kör kuyudan çıkaramadı, ateşkesten bir gün öncesine kadar Hizbullah İsrail topraklarına günde 250 kadar drone ve füze gönderebiliyordu, Hizbullah’ın bu şekilde uzunca bir süre savaşı sürdürebileceği anlaşılmıştı, İsrail’in siyaseten, ekonomik ve toplumsal açıdan buna tahammül etmesi zordu.
Netanyahu hükümeti, İsrail için parlak olmayan bu manzarayı değiştirmek üzere Suriye’de Şiî hilalini kesintiye uğratmaya karar verdi. Evet, Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) ordusunu iyi eğittiği ve oldukça iyi planlanmış bir yıldırım harekatıyla on günde Halep’ten Şam’a ilerlemeyi başardığı doğrudur. Fakat eğer İsrail hava kuvvetleri aktif ve yoğun bombardımanlarla İran ve Hizbullah’ı Suriye’de geriletmeseydi HTŞ’nin böyle bir sonuç alabilme ihtimali yoktu.
İsrail şöyle düşünmedi: “HTŞ aşırılıkçı, cihatçı bir örgütlenme, onun Şam’da hâkim duruma gelmesi benim için iyi olmaz. Zaten Hizbullah ve İran’a uzunca bir süre toparlanamayacakları kadar zayiat verdirdim. Artık üzerlerine gitmeyeyim, HTŞ’yle birbirlerine girince daha da zayıflarlar” demedi.
Şam’ın düşme tehlikesi altında olduğu anlaşıldığında Hizbullah şu an içinde bulunduğu tüm zorluklara rağmen Esad’a yardım etmek üzere asker göndermeye teşebbüs ettiğinde, İsrail hava kuvvetleri gece Suriye-Lübnan sınırındaki geçiş noktalarını bombalayıp bunu engelledi. İran uçakla askeri yardım gönderdiğinde İsrail askeri jetleri bu uçakların Şam’a inmesini önledi. Anlaşıldı ki İsrail İran’ın Esad’ın imdadına yetişmesine kesinlikle müsaade etmeyecekti.
İsrail, Şiî hilalinin Suriye’de kesilmesini stratejik hedef olarak belirledi ve bunu da başardı. Böylece 7 Ekim’de düşmüş olduğu stratejik kör kuyudan da çıkmış oldu.
Şu soru akla geliyor: Şiî ekseni İsrail için tehditse, HTŞ gibi bir örgütün idare ettiği bir Suriye İsrail için tehdit değil mi?
Lübnan’da Hizbullah’ın, Suriye’de HTŞ’nin hâkim olduğu bir senaryoda bu iki güç birbirleriyle şiddetli bir şekilde savaşmış oldukları için bu kan davasını geride bırakıp kolay kolay İsrail’e karşı birlik olamayacaklardır. Diğer yandan HTŞ de Suriye’de İran’ın hakim olmasını kendi varlığına doğrudan bir tehdit olarak görerek buna müsaade etmeyecektir. İran, Hizbullah’a karadan ulaşamayınca örgütün Lübnan’da toparlanma süreci de uzayacaktır.
Meselenin bir diğer kritik boyutu ise Suriye’deki YPG idaresindeki fiili Kürt devleti (Rojava) ile ilgilidir. HTŞ’nin harekatın yapılış şeklini dikkatle incelediğinizde öncesinde Türkiye ile Batı arasında bir anlayış birliğine varıldığına dair güçlü şüpheler oluşmaktadır. HTŞ harekat boyunca YPG ile çatışmaktan özenle kaçındı, hatta normalde ABD tarafından başına ödül koyulmuş olan HTŞ lideri CNN’e çıkartıldı, The New York Times gibi gazetelere mülakat verdi, buralarda Batı kamuoyuna duymaktan hoşlanacağı ılımlı mesajlar verdi, Batılı liderler HTŞ’nin Esad’ı devirmesini Rusya ve İran’a vurulan ağır bir darbe olarak gördüklerini saklamayıp sevinçle karşıladıklarını gösteren mesajlar vermekte gecikmediler.
Suriye iç savaşının bir kazananı HTŞ ise diğer kazananı YPG’dir. HTŞ ve Türkiye’nin daha doğrudan kontrolü altındaki Suriye Milli Ordusu adlı örgütlenme Rojava’nın Fırat’ın batısında kalan topraklarına (Tel Rıfat ve Menbic) harekat düzenlerken, Fırat’ın doğusuna sokulmaktan kaçındılar. Bu durum Türkiye ile Batı arasında HTŞ’nin Fırat’ın batısında hakim olması karşılığında YPG’nin Fırat’ın doğusundaki hakimiyetinin tanınması türünde bir anlaşma olup olmadığı sorusunu doğurmaktadır.
Batı Türkiye'ye “Ben benim terörist gördüğüm HTŞ’yi meşrulaştırayım sen de senin terörist gördüğün YPG’yi meşrulaştır, böylece Rusya ve İran’a karşı birlikte hareket etmek üzere orta yolu bulalım” teklifini yapmış olabilir mi?
Erdoğan rejiminin desteklediği HTŞ’nin Esad’ı devirmiş olmasının Türkiye’yi bölgede güçlü bir pozisyona yükselttiğine kuşku yoktur. Ama bunun getirdiği çok büyük riskler de sözkonusudur.
Şöyle ki eğer Erdoğan (Batı’yla varolduğunu düşündüğümüz anlaşmasını çiğneyerek) YPG’yi orada boğmaya karar verirse ve bunu da HTŞ üzerinden gerçekleştirmeye çalışırsa Batı’nın ve İsrail’in tutumu birdenbire değişecektir. YPG orada IŞİD’lıların tutulduğu hapishane ve kamplara gardiyanlık yapmaktadır, YPG’nin zayıflatılması IŞİD’ın uyanması tehlikesine kapı aralayacağından Türkiye ve HTŞ tarafından YPG’ye karşı yöneltilecek herhangi bir saldırı, IŞİD’ın canlandırılması girişimi olarak algılanacaktır ki bu da Erdoğan rejimi ile Batı’nın ilişkilerini hızla bozma potansiyeline sahip bir konudur.
Veya Erdoğan, Batı’yla muhtemel anlaşmasına sadık kalacak ve HTŞ, YPG’nin Suriye’deki özerkliğini tanıyan bir noktaya gelecektir. Bu Rojava’nın Erdoğan rejimi tarafından tanınması demektir ki bunun ucunu rahatlıkla Bahçeli’nin Öcalan açılımına doğru uzatmak mümkündür.
Bir başka kritik konu ise Esad’ın devrilmesi sonrası Erdoğan ve Putin arasındaki ilişkinin ne şekilde evrileceğidir. İki lider en son perşembe günü görüşmüş ve Putin Erdoğan’dan HTŞ’nin “terörist saldırganlığını” durdurmasını istemişti, Erdoğan ise ertesi günü Cuma namazı çıkışında HTŞ’nin “kazasız belasız Şam’a kadar ilerlemesini” umduğunu söyleyerek Rus liderin talebini elinin tersiyle itmiş oldu.
Putin tam Trump’la Ukrayna üzerinde müzakerelere başlamışken Suriye’de zayıfladığını gösteren ağır bir tokat yedi. Rus liderin üzerinde şu an bir güç gösterisinde bulunma baskısı var. Onun gibi otokratlar bu baskıyı üzerlerinde hissettiklerinde böyle güç gösterilerinde bulunmayı çok önemserler. Soru, Putin’in bunu nasıl yapacağıdır.
İlk etapta sanki bunu Ukrayna’da yapar, diye düşünebilirsiniz. Oysa Ukrayna’da zaten elinden geleni yaptığı anlaşılmaktadır.
Diğer yandan ABD’nin Gazprombank’a yaptırım uygulaması dolayısıyla Türkiye’nin Rusya’dan nasıl gaz alacağı belirsizliğini koruyor. Washington, Türkiye’nin talep ettiği muafiyeti kendisine tanırsa bu ABD ile Erdoğan arasındaki “özel ilişkinin” bir başka yansıması olarak görülecektir.
Erdoğan, Batı’yla böyle yakın ilişkiler içerisinde Suriye’de kendisine vurulan ağır darbede bu kadar kritik bir rol almışken, Putin buna karşı hiçbir misillemede bulunmayacak mı? Bana bu hiç gerçekçi gelmiyor.
Erdoğan Putin’i teskin etmek, hışmından kaçınmak için Rusya’ya büyük tavizlerde bulunacağı yeni bir U dönüşü yapamaz mı? Bu durumda Batı’nın hiddetini çekecektir ki Türk ekonomisinin böyle bir neticeyle yüzleşebilecek gücü bulunmadığı herkesin malumudur.