Erdoğan, Trump’ın gözüne girmek için “Rojava’yı” tanıma yolunda

ABD ile İsrail arasındaki ilişkilerin göründüğü gibi güllük gülistanlık olmadığının ilk ciddi işareti geçen ay Netanyahu’nun son Beyaz Saray ziyareti sırasında yaşandı. Trump ortak basın toplantısında İran’la doğrudan müzakereler yürüttüklerini duyurduğunda Netanyahu bundan habersiz gibiydi, yüzü düşüverdi.

İkinci işaret ise Trump’ın geçen hafta, daha dört ayını doldurmadan Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz’ı görevden alması oldu. The Washington Post gazetesinin haberine göre bu beklenmedik azlin nedeni Waltz’ın İran’la savaş konusunda Netanyahu hükümetiyle yakın temas halinde, onlarla aynı çizgide şahin bir tavır sergilemesiydi. Netanyahu, Trump’ı nükleer silah geliştirmenin eşiğinde olduğu söylenen İran’a yönelik bunu yapmasını beş on yıl daha geciktirecek şekilde bir savaşa ikna etmeye çalışıyor. Seçim kampanyasında ABD’yi savaşlardan uzak tutacağı vaadinde bulunan ve Orta Doğu’da yeni bir savaşa girişmeye hiç niyeti olmayan Trump, Waltz’ın tutumundan hiç mutlu olmamış. Trump’ın bir danışmanı gazeteye şu çarpıcı demeci vermiş: “Eğer [Ulusal güvenlik danışmanı] Jim Baker, Bush’u sabote ederek Suudilerle anlaşma yapsaydı, kovulurdu. Bunu yapamazsınız. Kendi ülkenizin başkanı için çalışırsınız, başka bir ülkenin başkanı için değil.”

TRUMP YÖNETİMİNİN İKİ KANADINDAKİ ÇATIŞMA

Bu hadise bize Trump Yönetimini oluşturan iki farklı kanat arasındaki çatışmayı gösteriyor. Bu kanatlardan biri Cumhuriyetçi Parti’nin müesses nizamı temsil eden, neocon olarak da adlandırılabilen, II. Bush döneminde Irak ve Afganistan işgallerini gerçekleştiren kesimin günümüzdeki izdüşümü. Diğeri ise partide güçlü olmadıkları halde, adayları Trump’ı iktidara getirmeyi başaran sadık destekçilerinden oluşuyor. (Anlatım kolaylığı olması için bundan sonra ilk kesimden “gelenekçi”, ikincisinden “sadık destekçi” diye bahsedeceğim.) Bunlar gelenekçilerden farklı olarak Rusya, İran ve Kuzey Kore gibi ülkelerle çatışmacı bir ilişkiden kaçınılarak uzlaşmacı bir tavır sergilenmesini talep ediyor, ABD’nin Irak ve Afganistan işgallerini adeta ülkeye yapılmış bir ihanet gibi görerek yerden yere vuruyor.

Trump iki kesimden isimleri de kabinesinin güvenlik ve istihbarat bürokrasisini yöneten kritik görevlere getirdi. Fakat ilk döneminden farklı olarak bu kez “sadık destekçilerine” çok daha fazla alan açtı. Mesela Ulusal İstihbarat Direktörlüğü’ne atadığı Tulsi Gabbar böyle bir isim. “Gelenekçiler” bu atamaları Senato’da bloke etmek için hareketlenir gibi oldular ama Trump’ın karşısına çıkmaya cesaret edemediler.

TRUMP BU KEZ İSRAİL’İ ZİYARET ETMİYOR

Üçüncü işaret ise Trump’ın önümüzdeki hafta Orta Doğu’ya yapacağı ziyaret programı oldu. Trump aynen ilk döneminde olduğu gibi ilk ziyaret edeceği ülkeler arasına Suudi Arabistan’ı koydu. Fakat bu kez ilkinden önemli bir farklılık söz konusu: 2017’de Tel Aviv’e de gitmişken bu kez programına İsrail’i koymadığı görülüyor.

Dördüncü işaret: Trump sadece İran’la değil, İsrail’e haber vermeye gerek görmeden, yakın danışmanı, özel elçisi Adam Boehler aracılığıyla Hamas’la da doğrudan müzakereler yürütmeye başladı.

Beşinci işaret, Trump’ın yine Netanyahu’ya haber vermeden Yemen’deki Husilerle de özel elçisi Steve Witkoff aracılığıyla görüşmeler yürüttüğü, hatta onlarla bir anlaşma yaptığını ilan etmesi oldu. Trump Salı günü yaptığı açıklamada, Husilerin Kızıldeniz’den geçen ABD gemilerine saldırmayacakları sözünü verdiklerini, bunun karşılığında da ABD’nin Husilere yönelik hava saldırılarını durdurduğunu belirtti. Trump, Husilerin İsrail’e füzelerle yaptıkları saldırıları durdurup durdurmayacaklarına dair hiçbir şey söylemedi. Sonrasında ortaya çıktı ki Netanyahu’nun ABD’nin Husilerle yaptığı anlaşmadan haberi yoktu. Husiler anlaşmayı doğruladı ama “Gazze’yi desteklemek için İsrail’e saldırıları sürdüreceklerini” de söylediler. Nitekim Husiler geçen hafta hipersonik balistik füzeyle Tel Aviv’deki Ben Gurion Havalimanı’nı vurarak, hava savunma sisteminin etkinliğiyle övünen İsrail’in itibarına ciddi bir darbe indirmeyi başardılar.

TRUMP, İRAN’LA DA ANLAŞMAK MI ÜZERE?

Bu gelişmenin bir önemi de şu: ABD ile Husiler arasındaki müzakerelere aracılık eden Umman aynı zamanda Washington ile Tahran arasındaki müzakerelerin de aracılığını yapıyor. İki müzakereleri yürüten de Witkoff. Bu durum, İran’la da bir anlaşmaya yakın olabilecekleri havasını doğurdu. Nitekim ABD Başkan Yardımcısı JD Vance Çarşamba günü verdiği demeçte İran ile yapılan görüşmeleri “şimdiye kadar iyi gidiyor” sözleriyle nitelendirdi.

Altıncı işaret ise iki gün önce yaşandı: Suudi Arabistan, ABD’yle İran’a karşı bir savunma anlaşması imzalamak istiyor. İran’ın nükleer silah sahibi olması durumunda Suudi Arabistan da ABD’yle işbirliği halinde bu tehdidi dengeleyecek şekilde, ihtiyaç duyduğunda çabucak nükleer silah üretebilmesini sağlayacak şekilde sivil nükleer enerji altyapısı kurmayı hedefliyor. ABD bugüne kadar böyle bir anlaşmanın ilk şartı olarak Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesini talep ediyordu. Reuters’in Perşembe günü yayınladığı özel haberine göre Trump bu şartı kaldırmış.

Tüm bunlar, Trump yönetiminde “sadık destekçilerin” çok daha fazla güçlü ve etkin olduğunu gösteriyor. Netanyahu “gelenekçilerle” olan ilişkisine haddinden fazla güvenmenin sıkıntılarını yaşıyor. İsrail ordusunun Gazze ve Batı Şeria’da geçen hafta başlattığı yeni harekatlar, Netanyahu’nın aşırılıkçı hükümetinin büyük insanlık ve savaş suçları işlemekten kaçınmayarak bu bölgelerde Filistinli sivil nüfusa yönelik etnik temizlik yürüteceği ihtimalini güçlendirdi. Netanyahu’nun bu tavrı, İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki bir normalleşmeyi imkansız kılıyor. Diğer yandan bu tavır, İsrail’in en büyük destekçisi ABD olduğu için ABD’nin de başta Arap dünyası olmak üzere İslam ülkelerindeki imajının her geçen gün daha da dibe vurmasına yol açıyor.

AMERİKAN KAMUOYUNDA FİLİSTİN SEMPATİSİ ARTIYOR

İşin bir de ABD iç politikasına yönü var: İsrail ordusunun Gazze ve Batı Şeria’da (Hamas’ın 7 Ekim saldırısı sonraki dönemde) bugüne kadar 18 bini çocuk 50 binden fazla sivili katletmiş olması, yüzbinlerce Filistinlinin açlık ve hastalıkla yüz yüze yaşam kavgası içinde bulunması Amerikan kamuoyunda da İsrail karşıtlığını yükseltmiş durumda. Bu yılın mart ayında yapılan bir Gallup anketi, Amerikalıların yalnızca %46’sının İsrail’e destek verdiğini ortaya koydu. Bu rakam Gallup 25 yıldır her yıl yaptığı anketlerde İsrail için bugüne kadar çıkan en düşük seviye. Amerikalıların %33’ü Filistinlilere sempati duyduğunu belirtti ki bu, bu şimdiye kadarki en yüksek rakam. İşin İsrail (ve Amerikan Yahudileri) için daha da endişe verici bir boyutu da var: Geçen ay yayınlanan Pew Research anketine göre, 30 yaş altındaki Amerikalıların yüzde 33’ü Filistin halkına sempati duyduklarını belirtirken, aynı şeyi İsrailliler için söyleyenlerin oranı yüzde 14’te kaldı. Başka anketler de benzer sonuçlar ortaya koyuyor.

Tüm bu bilgiler ışığında The New York Times’in Amerikan Yahudisi olan, duayen yazarlarından Thomas Friedman’ın Trump’a “Bu İsrail Hükümeti Müttefikimiz Değildir” başlığıyla hitap ettiği bugünkü yazısı çok daha fazla anlam kazanıyor. “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” formatında da anlaşılabilecek yazı, Amerikan Yahudilerinde Ortadoğu züccaciye dükkanında bir fil gibi dolaşmaktan vazgeçmeye hiç niyeti olmadığı görülen aşırılıkçı Netanyahu hükümetine yönelik artan rahatsızlığı da yansıtıyor. Friedman’ın yazısından çarpıcı bulduğum bazı bölümlerin tercümesini verdikten sonra işin Türkiye-ABD-İsrail ilişkilerine bakan boyutuna geleceğim.

“Bu İsrail hükümeti, bölgedeki ABD’nin temel çıkarlarını tehdit eden bir tutum sergiliyor. Netanyahu bizim dostumuz değil. Ancak sizi [Trump’ı] parmağında oynatacağını sandı.”

“Genel olarak, İsrail halkının kendisini Amerikan halkının sadık müttefiki olarak görmeye devam ettiğine şüphem yok — ve bunun tersi de geçerli. Ancak bu aşırı milliyetçi, mesihçi İsrail hükümeti Amerika’nın müttefiki değil.”

“Çünkü bu, İsrail tarihinde önceliği daha fazla Arap komşusuyla barış yapmak olmayan ilk hükümet. Öncelikleri Batı Şeria’yı ilhak etmek, Gazze’deki Filistinlileri sürmek ve orada İsrail yerleşimlerini yeniden kurmaktır. İsrail’in artık bir Amerikan müttefiki gibi davranmayan ve bu şekilde değerlendirilmemesi gereken bir hükümete sahip olduğu fikri, Washington’daki İsrail dostları için şok edici ve acı bir hap olsa da, bunu kabul etmek zorundadırlar.”

“Çünkü Netanyahu hükümeti, aşırılıkçı hedeflerini gerçekleştirmek için bizim çıkarlarımızı zedeliyor. Netanyahu’nun sizi diğer ABD başkanları gibi ezmesine izin vermemeniz, sizin için bir onurdur. Ayrıca, önceki başkanların bölgede kurduğu ABD güvenlik yapısını savunmak da hayati önem taşıyor.”

SURİYE’DE NE OLUR?

Görüldüğü üzere Trump Yönetiminde “sadık destekçiler” ağırlık kazanıyor. Bunlar Ortadoğu’da ABD için masraflı olacak, ABD’nin Arap ülkeleriyle ilişkilerini zora sokacak yeni savaşlar istemiyorlar. Bu nedenle Şara işbaşına geldikten sonra İsrail’in Suriye topraklarının bir bölümünü daha işgal etmesini, belirli aralıklarla Suriye’yi bombalamaya devam etmesini hoş karşılamadıklarını tahmin edebilirsiniz. Fakat tüm bunlar, Suriye’de İsrail’in güvenlik kaygılarını ve çıkarlarını dikkate almayan bir çözüme olumlu yaklaşacakları anlamına da gelmiyor.

Bu durumda Suriye’de İsrail müdahalelerini sona erdirecek bir çözümün parametreleri belli: Şara İran’ı bir daha Suriye’ye sokmama, İsrail’e karşı düşmanca söylem ve politikalar geliştirmeme, İsrail sınırında güçlü askeri birlik bulundurmama ve adeta bir emniyet supabı gibi işlev görecek şekilde, ana omurgasını YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri adlı bir ordusu bulunan, Kürtlerin “Rojava” adını verdikleri Fırat’ın doğusundaki özer Kürt devletini tanıması şartlarını yerine getirecek. Bunun karşılığında İsrail saldırılarını durduracak, Batılı ülkeler Şam’la ilişkileri normalleştirecek, Suriye’ye yönelik ekonomik yaptırımlar kalkacak.

Şara’nın en büyük destekçisi Erdoğan’ın da bu plana destek vermesi kritik önemde. PKK’nın silah bırakacağı “palavrası” resme bu noktada giriyor. Erdoğan’ın Trump’la ilişkilerini iyi götürebilmesi için Suriye’de böyle bir barışı desteklemesi gerekiyor. Düzenli okuyucu ve izleyicilerim bildiği gibi, benim Devlet Bahçeli’nin Öcalan çağrısından bu yana anlatmaya çalıştığım hakikati, Bayar Dosky adlı Iraklı bir akademisyen gazeteci Amberin Zaman’a şöyle özetlemiş: “Öcalan ve PKK, Suriye’nin kuzeydoğusundakileri kurtarmak için Türkiye’deki büyük kazanımlardan vazgeçmek gibi stratejik bir karar verdi. Anne bebeği için kendini feda etti.” [Dün Al-Monitor’da yayınlanan yazısından.]

Bana göre bunu şöyle formüle etmek daha doğru olur: Düne kadar başta ABD ve Batılı ülkelerce resmen terör örgütü olarak tanınan PKK en büyük hedeflerinden birini, başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batı’nın da desteğiyle Suriye’de gerçekleştirmek üzere. Bu nedenle “şimdilik” kendini fesheder gibi yapıp, Rojava’nın [YPG’nin] önünü açmayı stratejik bakımdan elzem görüyor.

  • Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
Haberi Paylaş