İmamoğlu operasyonunun üzerinden iki aydan fazla zaman geçti ama işler hâlâ Erdoğan’ın arzuladığı gibi gitmiyor.
Birdenbire “Benim tekrar seçilme veya tekrar aday olma gibi bir derdim yok” demesi de bununla ilgili…
Erdoğan siyasi geçmişinde daha önce de buna benzer laflar etmişti, ama çok geçmeden bunların kamuoyunu oyalamak veya yanıltmak için söylenmiş yalanlar olduğu, kendisinin iktidar koltuğunu bırakmaya hiç niyetinin olmadığı ortaya çıkmıştı. O nedenle bu kez sözleri pek ciddiye alınmadı.
AKP liderinin bu tür laflarının ne anlama geldiğini artık herkes çok iyi öğrendi: “İstemem, yan cebime koyun!”
Nitekim bu tür demeçler vermesinin peşi sıra MHP lideri Devlet Bahçeli’ye “Hayır, gidemezsin, sana muhtacız!” şeklinde açıklamalar yaptırılması da âdiyyât-ı umur haline geldi.
Erdoğan bakımından siyasi rakiplerini bertaraf etmek için her türlü komplodan ve zulümden çekinmediği halde bunları mağduriyet ambalajıyla tabanına satma kurnazlığı vazgeçilmez bir stratejidir.
Fakat şu an bu stratejiyi uygulayamıyor, İmamoğlu’nu tutuklatması, karşısına seçimde çıkacak adayları belirlediği gerçeğini tüm çıplaklığıyla açığa çıkarıp onu zor duruma düşürdü. Şimdi bu tür aldatıcı beyanatlarla o havayı dağıtmaya çalışıyor.
“Öyle ya, eğer Erdoğan’ın bir dönem daha cumhurbaşkanlığı yapma niyeti yoksa, İmamoğlu’nu aday olmasın diye niye tutuklatsın? Demek ki İmamoğlu gerçekten büyük suçlar işlemiş ki ondan tutuklanmış” şeklinde düşünülsün istiyor.
Ama bu tür numaralarla, ona inanmaya zaten dünden hazır olan yüzde 25-30’luk kendi çekirdek tabanı dışında kimseyi kandıramayacaktır.
19 Mart darbesi sonrası Erdoğan’ın – Özgür Özel’in deyişiyle – “yerel bir diktatör” olduğu hem içeride hem dışarıda artık hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde, bunu bugüne kadar görmezden gelen, “yarışmacı otoriterlik” gibi laflarla ambalajlamaya çalışanlar için bile savunulamayacak kadar ayan beyan ortaya çıktı.
Esasen Türkiye 19 Mart’ta değil 2017’deki başkanlık referandumunda tek adam rejimi haline zaten getirilmişti. Fakat bunun böyle olduğu, muhalefetin vermiş olduğu örtülü destekler sayesinde belli ölçüde özellikle Türk kamuoyundan gizlenmişti. Erdoğan o referandumu CHP’nin 2,5 milyon mühürsüz oyun sayılmasına göz yumması sayesinde kazanmıştı. Sonrasında düzenlenen iki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de CHP, Erdoğan’ın karşısına güçlü adaylar çıkarmayarak aslında lanse edildiği kadar popüler bir şahsiyet olmadığının anlaşılmasını önlemiş oldu.
2017’den bu yana Türkiye’de kuvvetler ayrılığı ilkesi rafa kaldırıldı ve onunla birlikte bir demokrasinin asgari şartı olan adil ve özgür seçimler de tarihe karıştı.
Seçimler adil değil, yani seçimlere katılan aday ve partiler, seçim kampanyası sırasında medyaya eşit erişime sahip değil, çoğulcu, bağımsız veya tarafsız bir medya ortamı yok, herkesin vergileriyle finanse edilen kamu kanalı TRT bile iktidar partisinin medya organı gibi bir yayın politikası izliyor. AKP açıkça kanunları ihlal ederek seçim kampanyası sırasında kamu kaynaklarını kendi lehine kullanmaktan kaçınmıyor, diğer siyasi partiler aynı fırsatlardan istifade edemiyor. Oy sayım süreçleri belirli bölgelerde şeffaf bir şekilde yürütülmüyor.
Bunun böyle olduğunu hemen herkes kabul ediyordu ama Türkiye’de seçimlerin adil olmasa bile hâlâ özgür bir ortamda gerçekleştiğine inanılıyordu. Erdoğan için bu yanılsamanın sürmesi kendisini popüler bir lider olarak takdim edebilmesi bakımından çok önemliydi. Seçimlerin özgür olması demek, hukuki şartları karşılayan her vatandaşın aday olabilmesi ve o adayın siyasi görüşlerini serbestçe ifade edebilmesi demektir. Erdoğan seçim hesaplarını zora soktuğu için Selahattin Demirtaş’ı 2016’da yani tek adam rejimini getirmeden hemen önce o zaman CHP’nin de verdiği destekle tutuklatmıştı. Bu hadise bile zaten başlı başına seçimlerin “kısmen özgür” olduğu anlamına geliyordu.
Gerçekte ise seçimler “kısmen özgür” bile değildi, yani Erdoğan’ın karşısına onu yenebilecek bir adayın çıktığı bir cumhurbaşkanlığı seçimi düzenletme ihtimali kalmamıştı. Ama AKP lideri bunun ortaya çıkmasının “diktatör” yönünü iyice ortaya dökerek onu içeride ve dışarıda zor duruma düşüreceğini bildiğinden, bu konuda CHP’nin örtülü desteğini almayı önemsiyordu. CHP’nin iki cumhurbaşkanlığı seçiminde de Erdoğan’ın karşısına merkez seçmene hitap etmeyen zayıf adaylarla çıkması sayesinde Türkiye’de seçimlerin aslında “özgür” de olmadığı saklanabilmişti. İşte 19 Mart darbesi tüm bu iğreti perdenin paramparça olmasına yol açtı.
Erdoğan otoriterliğinin, zulümlerinin tüm meşruiyetini halkın kendisine seçimlerde verdiği onaya dayandırıyor, lakin adil ve hür gerçekleşmeyen seçimlerde Erdoğan’ın popülerliği gerçek anlamda test edilmiyor.
İşte tüm devlet gücünü arkasına almış Erdoğan’ı Türkiye’nin kalbinin attığı İstanbul’da üç kez eze eze yenen İmamoğlu’nun önlenemez yükselişi tüm bu düzenin alt üst olması demekti. Bu, Erdoğan’ı tabiatıyla telaşlandırdı ve İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığının kesinleşmesini önlemek için harekete geçirdi.
19 Mart darbesinin perde arkasında aslında rejimin yaşadığı çok daha derin bir kriz var. Bir tek adam rejimini halkın yüzde 60-70’inin farklı şekillerde desteğini almadan kuramazsınız. CHP, Erdoğan rejimine yukarıda özetlediğim gibi örtülü şekilde eklemlenirken, (yazarları çizerleri dahil) yönetici elitleri tabana bu ittifakı satmak için bir umut pompalıyordu. O da şuydu: “Önce Gülen cemaati, sonra AKP tasfiye edilecek.” Meseleye böyle baktığınızda Erdoğan’ın cemaati tasfiye ederken kurduğu otoriter rejim aslında “gelecek güzel günlerin” geçici bir ön safhasını oluşturuyordu.
Gelinen aşamada artık Gülen cemaati tamamıyla tasfiye edildiğine göre sıranın AKP’ye gelmesi de an meselesiydi. Nitekim CHP’nin Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş gibi iki popüler aday çıkarması bu umutları daha da büyüttü. 14 Mayıs’ta rahat kazanılacak bir seçimin Kılıçdaroğlu tarafından Erdoğan’a hediye edilmesi büyük bir hayal kırıklığı oluşturdu, ilk kez muhalif taban “oyuna mı getirildik?” diye sorgulamaya başladı. On ay sonra gerçekleşen belediye seçimlerinde AKP’nin ilk kez ikinci parti konumuna düşmesi bu kuşkuları artırdı ve İmamoğlu’nun adaylığına yönelik konsensüsü daha da güçlendirdi.
Bu muhalif tabanın partisiyle bağının sürebilmesi ve onlara o umudun satılmaya devam edebilmesi için CHP bakımından İmamoğlu’nun (veya Yavaş’ın) adaylığını sahiplenmek dışında bir seçenek kalmadı. Muhalif kitleler hâlâ o umudun gerçek olduğuna inanmak istiyordu ve onlara bunun gerçek olduğunu göstermenin tek yolu İmamoğlu’nun adaylığını ilan etmekti. Erdoğan’ı üç kere yenmeyi başarmış bir adayları varken başka aday aramanın manası neydi?
Muhalif tabanın rejime gönülsüz de olsa eklemlenebilmesinin yolu o umudu onlara satabilmekten geçiyordu. Anketlere göre İmamoğlu, Erdoğan’ı cumhurbaşkanlığı seçiminde rahatlıkla yenebiliyordu. O umudun gerçekleşmesine ramak kalmıştı.
Erdoğan’ın 19 Mart darbesi tüm bu umudun aslında başından beri boş bir hayalden ibaret olduğu anlamına geliyor. AKP lideri İmamoğlu’nu tutuklatarak “Benim koltuğumdan normal bir seçimle kalkma ihtimalim yok” demiş oldu ve böylece bugüne kadar belli ölçüde örtülü kalmış bir hakikati dünya aleme ilan etti.
O nedenle İmamoğlu rejim için, Erdoğan için kolay bir lokma değil… “Oldu da bitti maşallah” diyerek geride bırakılabilecek bir kriz hiç değil… İmamoğlu’nun aday olamayacağının kesinleşmesi ve CHP’nin bunu kabullenmesi halinde rejim hemen ciddi sarsıntılar yaşamasına neden olacak çok derin bir toplumsal meşruiyet krizine düşecektir.
Erdoğan’ın derdi, Orta Asya ve Orta Doğu’dakilere benzer bir otokratik rejim kurma değil… Öyle bir rejimi zaten kurmuş durumda… Onun derdi, böyle bir rejimi, iğreti de olsa, demokratik bir perde altında icra etmek, kendisini dünyaya hâlâ popüler bir lider olarak gösterebilmek… Böylece Batı’da da “N’apalım halkı onu istiyor!” diye omuz silkerek de olsa onun otoriterliğine göz yumulmasını sağlamayı sürdürmek…
Erdoğan’ın hayali CHP’nin 14 Mayıs öncesi ayarlarına geri dönmesi… İmamoğlu’nun yükselişiyle ortaya çıkan yeni şartlarda bunu nasıl yapacağını bilmiyor. Bugüne kadar Özgür Özel’i İmamoğlu’nun adaylığından vazgeçirmeye çalışma girişimleri başarısız oldu. O kadar siyasi refleksleri zayıflamış, o kadar ezberlerinden vazgeçemiyor ki Kemal Kılıçdaroğlu’nu CHP’nin başına geri getirmesi halinde tüm sorunların çözüleceğini sanıyor.
Bir mahkeme kararıyla 26 Mayıs’ta Kılıçdaroğlu’nun yeniden CHP genel başkanlığına getirileceği söylentileri yaygın… Ülkede hukukun değil “reyizin” üstünlüğü geçerli olduğu için kimse “böyle absürtlük olmaz” diyemiyor. Bu söylentiler Özel’i korkutma amaçlı olarak çıkartılıyor da olabilir.
CHP tabanının İmamoğlu’nu sahiplenmesi, bayraklaştırması için yoğun baskısı altında olan Özel, Erdoğan’ın kendisinden beklediği o hamleyi yapmaya yanaşmıyor. Zaten Erdoğan’ın suyuna gitse o koltukta ne kadar daha kalabileceği, kalsa bile CHP’nin bundan sonra ne denli etkili bir parti olarak hayatiyetini sürdüreceği de cay-i sualdir.
Aynı durum Kılıçdaroğlu’nun mahkeme kararıyla CHP’nin başına dönmesi durumunda da geçerli olacaktır. Kılıçdaroğlu’nun artık eskisi gibi CHP’yi idare edebilmesi mümkün değil. Israr ederse ya parti bölünür ya da iyice zayıflar.
Oysa böyle bir sonuç, yani CHP’nin iddiasını yitirmiş, zayıf bir partiye dönüşmesi de Erdoğan’ın işine gelmiyor. CHP’yi “iktidara gelme ihtimali olan bir öcü” gibi milliyetçi muhafazakarlara göstermesi, seçim stratejisinin temelini oluşturur.
Erdoğan, Kılıçdaroğlu geri dönerse, CHP’nin kendisine iktidarın çizdiği sınırlarda muhalefet yaptığı mutlu mesut günlere döneceğini gerçekten zannediyorsa, yanıldığını anlaması çok uzun sürmeyecektir.
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat