Çinlilerin kötülüğünü istedikleri kişi için ‘ilginç/tuhaf zamanlarda yaşayasın!’ şeklinde bir bedduası var. İlk bakışta ‘belki de çok da ağır bir beddua değil’ dedirten bu söz, içinde yaşanılan dönemin ilginçliğine bağlı olarak anlam kazanıyor. Bu söz ile kastedilen dönemler, muhtemelen kaos, belirsizlik ve kriz dönemleri ve ilginçlik/tuhaflık ise normların, değerlerin ve kavramların değişmesi, karışması ve belki de altüst olması. Hele bu değişimin/alt üst oluşun toplumun geneli tarafından kabul gördüğü bir ortamda yaşamak, makul bireyler için eziyet halini almakta. Bu şekilde bakıldığında tam da içinde yaşadığımız zaman dilimi için söylenmiş gibi.
Geçen ay af/infaz indirimi tartışmasında yaşananlar bunun en bariz bir örneği. Elinde silah olanların yeni bir barış süreci içinde salıverilmesi tartışılırken Saray’dan ‘Cemaat davalarından hükümlü/tutuklu tek kişi bile dışarı çıkarsa canınızı sıkarım!’ uyarısı/tedibi geldiği duyuldu. Eğer bir barış gelecekse ve artık insanların daha fazla ölmesi engellenecekse elbette bir barış süreci olumlu karşılanmalıdır. Ancak elinde silah olanı affederken veya cezasının infazını kaldırırken eline hiç silah almamış ve tamamen meşru eylemleri nedeniyle suçlanan masumların içeride kalmasını istemek ne akıl ve vicdan ile ne de hukuk ile izah edilebilir. Yine İmamoğlu’nun çalışma ekibine yönelik yeni soruşturmada gözaltı sürecinde aşağılayıcı muameleleri yorumlarken muhalif medyanın kullandığı ‘Fetö’cülere bile yapılmayan muamele’ yorumu da değerler karmaşasının başka bir göstergesi. Sanki insani muamele görmek sadece kendileri gibi düşünenler için talep edilebilir veya belli kesimleri kapsamına almıyormuş, onlara yapılan her türlü muamele mübahmış gibi yapılan yorum, Nazi Almanya’sında soykırıma uğratılan Yahudilere yönelik anlayışı çağrıştırıyor.
Kendisini muhalif olarak tanımlayan sosyal medya yayıncılarının barış sürecine yönelik yaklaşımları da bu absürtlüğün gerisinde kalmıyor. Sürecin yönetimini, yöntemini ve iktidarın samimiyetini sorgulamak ve iktidarın Kürt siyasetçilere yönelik tutumunu ve sürecin elle tutulur bir ilerleme kaydetmediğini eleştirmek yerine, kimin Öcalan ile veya DEM Parti ile görüştüğünden hareketle iktidarı terör örgütü ile iş birliği yapmakla suçlayan, seçim öncesinde iktidarın ana muhalefet partisine yönelttiği eleştirilerden öteye gitmeyen bir muhalefet anlayışımız var.
Ülkede hal böyle iken dışarıda da durum pek parlak görünmüyor. Filistin konusunda batılı devletler miras yiyen çocuk gibi tüm insan hakları müktesebatını tüketecek duruma geldiler. Dört aydır başta yiyecek olmak üzere insani yardım sokulmayan Gazze’de açlıktan çocuklar ölürken, bu durum, yardımlardan Hamas militanları da yararlanmasın diye meşrulaştırılmaya çalışılıyor ve toplumların büyük bir kesimi bunu maalesef onaylıyor. Bir taraftan Güney Afrika Cumhuriyeti’nin İsrail aleyhine açtığı soykırım davası devam ederken diğer tarafta batılı devletlerin çoğu halen yaşananları İsrail ve Hamas arasında devam eden savaş ekseninde yorumluyor. Durumu daha da ilginç kılan Gazze’ye yardım götürmek isteyen batılı aktivistlerin Mısır’da dövülmeleri, kendilerine izin verilmemesi ve bu aktivistlerden bazılarının Mısır askerine yol açması için yalvarması. Özgürlükler ülkesi olarak bilinen Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) üniversite öğrencileri ve hocaları sadece Filistin’i destekledikleri için okuldan atılıyor ve göz altına alınıyorlar. Dahası artık ABD’de basın toplantısında İç Güvenlik Bakanına soru sormak isteyen bir Senatör zorla dışarı çıkarılarak yaka paça gözaltına alınabiliyor.
Dünyada milliyetçi/ulusalcı ve yabancı karşıtı siyasi görüşler ve partiler toplumda desteklerini arttırırken ve iktidara gelirken buna bağlı olarak ülkeler otoriterleşme eğilimine girmiş durumdalar. Artan savaş riskinin de etkisi ile her geçen gün özgürlük ve güvenlik dengesi güvenlik lehine bozuluyor. Otoriterleşme, beraberinde insan haklarından uzaklaşmayı ve hukuku ikinci plana itmeyi de getiriyor. Ekonomik olarak gelişmiş hukuk devletlerinde iktidarı sınırlayabilecek yargı, muhalefet, özgür basın ve yayın gibi mekanizmalar halen varlığını koruduğundan hukuku tamamen yok saymak mümkün olmasa da, Türkiye ve Rusya gibi ülkelerde demokrasinin iktidarı sınırlayan mekanizmaları da büyük ölçüde iktidarın kontrolünde olduğundan bu fonksiyonlar çalışmaz durumda. Hatta özellikle yargı söz konusu olduğunda iktidarı sınırlamak yerine muhalefeti ve iktidara karşı hareketleri sınırlayan bir rol oynamakta. Özellikle Türkiye’de yargı, iktidarın diğerlerini hizaya getiren sopası olarak kullanılıyor. Muhtemel üç cumhurbaşkanı adayının komik bahanelerle hapiste olması bunun en bariz bir yansıması. Ancak hakkını vermek lazım bu oyunu da iyi oynuyor mevcut rejim. Sanki demokrasi, yargı ve hukuk varmış ve her şey normal çerçevede yürütülüyormuş gibi yapılmaya devam ediyor.
Bu oyunun yeni bir perdesi, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Önder Aslan hakkındaki yeni kararında oynandı. Kararda eski bir hâkim olan Aslan’ın darbe girişimi sonrasında tutuklanması şikâyeti haklı bulunarak ‘suç ve cezaların kanuniliği’ ilkesinin ihlal edildiğine karar verildi. Bir hak ihlalin tespit edilmiş olması hasebiyle olumlu olarak karşılanan ve en azından başvurucunun haklarını koruyan kararın gerekçesini okuduğumuzda ise ilginç zamanlarda yaşadığımız gerçeğine geri dönüyoruz. Kararda Aslan’ın tanık/itirafçı beyanına dayalı olarak barışçıl dini sohbetlere gitmekle suçlandığı anlaşılıyor. AYM burada bir sorun bulmuyor. Yani bir kişi barışçıl dini bir sohbete katılmakla, bir diğer ifadeyle meşru eylemleri nedeniyle terör örgütü üyesi olmaz demiyor/diyemiyor. Başvurucunun şahit/itirafçı beyanına göre 17-25 Aralık 2013 tarihinden itibaren Cemaatle bağlantılarının azaldığını, bu nedenle bazı toplantılara katılmadığını, avukatının ifadesine göre de bu tarihten sonra toplantılara gitmediği ve bu iddianın derece mahkemelerince araştırılmadığına dayanıyor. Yani reis/saray talimat verdikten sonra Cemaatle bağlantısını kesmesi veya azaltmasına vurgu yapılıyor. Bazı bakanların da dahil olduğu bir yolsuzluk soruşturmasının tarihi, belki de ilk defa bir yapının Cemaat mi terör örgütü mü olduğunda dair milat olarak kabul ediliyor. Ne diyelim Çinlilerin bedduası bu dönem için tutmuş gibi!